Zonguldak
KÖMÜR KENT
Kömür mü alacaksınız? Tıklanıyız; www.taskomuru.gov.tr. Ama önce, kara olmayıp da yeşil olan Zonguldak’ın madenlerini, Uzun Mehmet’le başladığı kabul edilen taşkömürü macerasını ve bu maceranın şehrin yıllardır nasıl da iliklerine işlediğini keşfe çıkan Çiler İlhan‘a kulak verin.
Kanberoğlu Turizm’le Zonguldak’a giden yolcu kalmasın! Çaylar şirketten değil ama ziyanı yok. Bayram öncesi canhıraş Zonguldak’a gitmek? Uçak yok. Varan, Ulusoy dolu. O halde, yaşasın Kanberoğlu! Yeteri kadar sürrealist. Sanki otobüs, Pamuk’un “Yeni Hayat” kitabının içinden fırlamış. Otobüs yolcularından ikisi, Karadon sokaklarında Çinlilerle görüşmeye gidiyor. Efendim?
Zonguldak. Endüstrileşmenin cengaver çocuğu. Cumhuriyet hamlesinin ilk coşkusuyla birden şaha kalkıp dört nala koşturup koşturup, sonra da yorulup oturuvermiş gibi… Zaman, bazı bazı, sanki Kurtuluş Savaşı’nın sonrasını takip eden, muasır medeniyetlerden olmak için ikinci bir savaş verdiğimiz o yıllarda durmuş. Şehir içinde de, otelimizin olduğu Kilimli’de de binaların, köprülerin kimi oldukça bakımsız, boyasız, camları kırık… Bununla birlikte bir doğa ki sormayın; feng shui almış başını yürümüş. Dağlar, denizler, yeşillikler… O yüksek yayla havasının kucakladığı yeşilden bir merdiven.
Fotoğrafçımız Ahmet’in ailesinin bir kısmı Zonguldaklı. Bizi terminalden alıp evlerine götürüyorlar. Burada sarmanın (İstanbul’da sarma denmiyor, dolma deniyor) bildiğimiz yaprak sarması değil, lahana sarması olduğunu öğrenip utanmadan on tanesini mideye indiriyorum. Süheyla Hala, “Bu zaten kışın yenir. Yaprak biraz kalın olunca güzel olmaz, iyi sarılmaz” diyor. Ve daha sonra pek çok kişiden duyacağım ilk bilgiyi, Kozlu’da maden mühendisi olan Avni Özerkan’dan alıyorum: “40’lı yıllarda burası Türkiye’nin Almanya’sı gibiymiş; her yerden gelmişler. Taşkömürü için gelenler kendi kültürlerini getirmişler. Burası çok kozmopolit bir şehir” diyor. Yazıyorum; kozmopolit bir şehir.
Sarma sefamız sonra erince Zonguldak’tan Kilimli’ye giden son minibüse yetişiyoruz, dahası yok. Minibüs silme adam dolu ve alabildiğine bira kokuyor. Her akşam aynı bara giden adamlar evlerine mi dönüyorlar? Belki. Radyo Zonguldak, iyi akşamlar diler.
Kilimli’deki otelimizin lobisi, ’70’lerin küçük burjuva evlerindekine benzer oturma koltukları ve mutlaka salonun, pardon lobinin ortasına konmuş bir televizyona sahip. Resepsiyonistin yerine göre hem bellboy, hem oda servisçisi, hem de rezervasyon/satış müdürü olduğu otellerden… Rahat ve temiz; yeter.
Ertesi sabah horozlarla birlikte uyanan Ahmet, manzara fotoğrafı avlamak üzere çıktığı Kilimli sokak gezisinden sırılsıklam ve eli boş dönüyor. Ertesi gün de buradayız, o yüzden manzaralara küsmüyoruz ve Karadon’a doğru yol alıyoruz. Minibüs şoförü; “Gelin bakalım! Akşam da ben bırakmıştım sizi, şimdi de ben götüreyim” diyerek otuz iki diş sırıtıyor; Zonguldak mı küçük, dünya mı… Bu sefer, yirmi iki yılı mühendis olarak olmak üzere tam otuz üç yıldır Kurum’da çalışan Abdullah Sönmez’in evindeyiz.
“Biz Trabzon’dan geldik. Babamız buraya 40’lı yıllarda gelmiş, dedelerimiz burada çalışmış, biz de burada çalışmaya devam ediyoruz. Ben ikinci kuşaktım, benim çocuklarım da üçüncü kuşak oluyor” diyerek giriş yapıyor konuya. Karadon Müessese Müdür Yardımcısı Abdullah Bey evsahibimiz; bizi Karadon Taşkömürü İşletme Müessesesi’ne götürecek. Eşi Ayla Hanım ise Zonguldak’ın Ahmet San’ı: Devamlı çalan telefona cevap vererek akşamki doğum günü partisi için büyük ailesini organize ediyor (pastayı kim alacak, pasta öncesinde ne yenecek, yürüyemeyen büyükanneyi kim şehirden getirecek). “Biz büyük şehirde yapamayız; küçük hayatlarımıza alıştık burada. Buranın doğasına da bayılıyorum” diyor. Onu, organizasyon şirketinin yoğun işleriyle baş başa bırakıp Karadon’a doğru yola çıkıyoruz. Karadon ismi, madenin Zonguldak hayatını nasıl da sarıp sarmaladığını gösteren en güzel gösterge. Öyle tabii, ocağa inince “donuna kadar kara”. Karadon Taşkömürü İşletme Müessesesi ise hiç kapanmayan, kara bir fabrika. Durup dinlenmeden yirmi dört saat, üç vardiya çalışıyor.
Önce, ülkemizin tek taşkömürü üreten kuruluşu olan Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) hakkında biraz bilgi verelim. Taşkömürünün Zonguldak Havzası’nda, Ereğli ilçesi Kestaneci köyünden Uzun Mehmet tarafından 1829’da bulunduğu kabul ediliyor. 1848’de havza sınırları belirleniyor ve taşkömürü işletmeciliği başlatılıyor. 1896’da Ereğli Şirketi Osmaniyesi kuruluyor. 1937’de Etibank, Ereğli Kömürleri İşletmesi’ni kuruyor ve Ereğli Şirketi’nin sahip olduğu tüm mal varlıkları Etibank’a devrediliyor. 1957’de Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı’na bağlı bulunmak koşuluyla Türkiye Kömür İşletmeleri Kurumu, 1983’te ise bugünkü yapı; Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) Genel Müdürlüğü kuruluyor. 2000 yılında ise Kurum Ana Statüsü’nde yapılan değişiklikle Kurum’a, Zonguldak Kömür Havzası’ndaki diğer madenleri işletme veya işlettirme yetkisi de veriliyor ve Zonguldak Kömür Havzası Sınırları yeniden belirleniyor.
Genel Müdürlük, pek çok alt departmanıyla Zonguldak’ta. Kömür çıkartılan beş müsessesi var; Armutçuk, Kozlu, Üzülmez, Karadon (Kilimli), Amasra. Bizim hemen birazdan gezeceğimiz Karadon’un toplam rezervi 418.551 bin ton. 4,033 işçi, 424 memur çalışıyor. Bir de Çinliler. Çinliler mi?
Karadon sokaklarında bir Çinli’yim
Abdullah Bey’den dinliyoruz: “Çin bizim rezervimiz kadar üretim yapıyor dolayısıyla üretim orada çok gelişmiş. Bizim küçülme bakımından en büyük sıkıntılarımızdan birisi havalandırmaydı. Ocaklarda dikey olarak bür (kuyu) açtıklarını duyduk. Uluslararası bir ihale yaptık ve sonuç olarak Çinlilerle beş yıldır çalışıyoruz… İhalelerin neticesinde üç değişik firmayla çalıştık. Mühendis, işçi, teknik ekip olarak geliyorlar. Eski Türk işçilerinin kullandığı pavyonda kalıyorlar. Zaten şu anda sadece onlar ve özel sektörün 50-60 işçisi var kalan; diğerleri için kapatıldı pavyonlar.”
Karadon’daki Çinli ekip şu anda toplam 70 kişi. Kozlu’da ve Karadon’da birbirine paralel olarak devam eden kuyu tesisatı çalışmalarını yürütüyorlar. Son gelen ekibin altı aylık süresi kalmış. Peki nasıllar kendileri, diye soruyorum. “Çok mütevazı ve işlerine bağlılar” diyor Abdullah Bey. Beş yıl önce ilk geldiklerinde halk şaşırmış ama şimdi çok alışmış onları sokaklarında görmeye. Biz de görüşmek istiyoruz kendileriyle ve tanışıyoruz.
Çinlilerle konuşmak bir alem: Bizim Türklerin de yaptığı gibi, seslerini yükseltip suratıma bakarak biraz yavaş konuşunca söyledikleri Çince kelimeleri anlayacağımı varsayıp ben cevap veremeyince şaşırıyorlar; ama ne yapabilirim, gerçekten Çince. Tercümanımız, master için para biriktirmek üzere burada çalışan avukat Chen Li. Yirmi dört yaşında. Daha önce evinden en fazla üç ay ayrılmış; o yüzden annesini ve babasını çok özlüyor. Ne de olsa onlar Avrupalılardan çok bize yakın; bir nevi ana kuzuları. “Türkçenin grameri çok zor, konuşmak kolay” diyor ama Chen Li ile İngilizce-Türkçe-beden dili karışımı bir dil konuşuyoruz; bir nevi esperanto (ya da kuş dili?) Türkiye’de en çok sevdiği şey, insanların çok cana yakın olması ve hava imiş. Neden hava? Çünkü evi kışın çok soğuk olurmuş; buradaki soğuk onlara hiç soğuk gelmiyormuş. Chen Li on aydır burada, altı ay daha kalacak ve gidecek. Türk müziği seviyor musun Chen Li? Evet. Flash TV seyrediyor ve en çok sevdiği parça, Durma. Kim söylüyor? Bilmiyorum. (Engin araştırmalarımdan sonra anlıyorum ki o, Yıldız Tilbe’nin Durma Git şarkısıdır.) Peki bize biraz söylesen Li? Olmadı, çok uçtuk.
Dışarıda birkaç kişiyle görüştükten sonra kaldıkları pavyonlara gidiyor ve aşçıları Liu Zheng Feng’i iş başında yakalıyoruz. Dumpling için kullanılan ekmek hamurlarından veriyor Zhao bana, yiyorum. Chen Li; “sevmediysen yeme” diyor ama ben sevmemek bir yana, içinde bir tutam da et olsa ne iyi olurdu diye düşünüyorum ve aklım, kazanda kaynayan nefis çorbada… Yemek zamanı olduğu için pek çoğunu bir arada görebiliyoruz. Ellerinde metal kapları ve chopstick’leri, son derece basit döşenmiş odalarında, son derece basit ve çalışkan bir hayat yaşadıkları ortada. Bina keşke biraz daha bakımlı olsa, onlara keşke biraz daha iyi bakabilsek diye düşünüyorum ama ödenek, bütçe… Zaten onlar evde de böyle yaşarmış kadar rahatlar, hiçbirinin daha lüks koşullara alışkın bir hali yok. Bazı kapıların üstünde bir zamanlar odalarda kalan Türk işçilerin isimleri var (Ahmet, Mustafa, Ali, Demir). Elime bir kalem alıp değiştirmek için bastırılmaz bir güdü duyuyorum (Chen Li, Zhao, Wu Li, Cheng He).
Dik saçlı olanı, Zhao. Elektrikçi Yılmaz Akgül’le poz veren ise Kaynak Teknik’ten Wu Li Qiang. Otuz üç yaşında, dokuz aydır burada. Bir ay sonra evine gidecek. Eşini ve beş yaşındaki oğlunu çok özlüyor. Ancak telefonda hasret giderebiliyorlar. Türkiye çok güzel; “Merhaba”. Madendeki Türk arkadaşlarını çok seviyor. Bu da Montaj Teknik’ten Cheng He Kai. O da bir ay sonra eve dönecek. Yedi aydır burada. 40 yaşındaki Cheng He’nin eşi ve on beş yaşında bir çocuğu var evde, fena özlediği (demek bu Çinliler artık bizim ürediğimiz gibi üremiyorlar). Türk yemeklerinin tadını pek sevmemiş. İsmimi soruyorlar, söylüyorum. Ortada bir Clinton lafları dolaşmaya başlıyor. Anlıyorum ki kulaklarına Hillary gibi geliyor ismim, artık nasılsa…
Yerin altında
Ben “aşağı, aşağı!” diye tutturunca Abdullah Bey beni aşağı indirmek üzere tekrar madene götürüyor. Bir odada, müsait bir kafes bekliyoruz. Çaylar geliyor, kafalarımıza uygun kasklar getiriliyor, cep telefonları bırakılıyor. Ben heyecan içindeyim. “Gazete mi?” diyorlar, “dergi, Travel+Leisure” diyorum. “Tirevıl mı?” Evet, öyle de denebilir. Yapılı olanına, “Eşleriniz sizi merak ediyor mu siz burada çalışırken?” diye soruyorum. 22 yıldır madenci Nizamettin Türker, “Tabii, ederler… Ben normalde 4’te evde olurum, 5-6 oldu da eve dönmedim mi bizim hanım hemen arar burayı…”. Lafı bir başkası alıyor: “Bir kaza olsun allah korusun, siz o zaman görün. Anında dolar taşar burası, duyan gelir. Çin’de birinin canı yansa burada bizim yüreğimiz sızlar… Madenci öyledir” diyor. Madenci öyledir, madencilik de “fire verilen” bir iştir. Fire vermek lafını duyduğumda içim cız ediyor çünkü TTK’nın web sitesindeki “İş Kazaları” bölümünden birkaç örnek: 1942 yılında Ocak İçi ölü 100, yaralı 2,505; Ocak Dışı ölü 8, yaralı 649 kişi. 1967 yılında Ocak İçi ölü 59, yaralı 7,663; Ocak Dışı ölü 6, yaralı 1,472 kişi. 1983 yılında Ocak İçi ölü 114, yaralı 6,935; Ocak Dışı ölü 1, yaralı 1,224. 2000’li yıllarda ölü rakamlarının düşmesi, belki tek teselli: 2003 yılında Ocak İçi ölü 7, yaralı 2,411; Ocak Dışı ölü 1, yaralı 73.
Derken aşağı inmemiz için uygun zaman geliyor. Aşağı derken bodrum katına filan değil: Karadon’daki çalışmalar + 300 ve -735 metrede gerçekleşiyor ama biz sadece denizden 360, yerden 410 metre aşağıya ineceğiz. “Kafes”e biniyoruz. Kafes gittikçe karanlıklaşıyor ve bir noktadan sonra tek ışık, Abdullah Bey’in elindeki madenci feneri. Duvarlar arasında, eski teleferikler gibi tıkır tıkır yapan sesler eşliğinde indikçe iniyoruz. Yok öyle on-yirmi saniye değil, sanki yarım saat! Kafesler iki katlı. Biz alt kafesteyiz. Üst kat komşularımızdan neşeli sesler geliyor. “Hep böyle neşeli mi bunlar, ilkokul çocukları gibi?” soruma, “Önlerinde bayram tatili olduğu için böyle çok neşeliler” cevabını alıyorum. Kafesler, Beyoğlu tramvayı gibi eşgüdümlü hareket etmek zorunda; çift sistem. Biri inerken diğeri çıkıyor. Yeni yapılan kafesler ses yapmıyormuş. Bizim kafesin tavanında graffiti var; Şavak, yazıyor kocaman. Google, ara: Şavak: Adana-Konya yöresinde yaşayan yörük kabile. Birisi evini mi özlemiştir? “Sık sık sildiriyoruz” diyor Abdullah Bey ama adı üstünde bu; duvar yazısı, yazılacak.
Ve işte oradayım. Bu ana dek ancak filmlerde gördüğüm oldukça geniş, ucu bucağı görünmeyen mağarada. Raylar uzuyor, vagonlar geçiyor. Rizeli sinyalci Oğuz Güzey işini çok ciddiye alıyor. İkinci kuşaktır madenciler. 23 yıllık işçi. Ben Abdullah Bey’e soru sorarken işinin önemini belirtecek birkaç kelime etmeye can atıyor ama müdürü var; onun konuşması yakışık almaz. Zaten bir bakıyorum bir grup işçi öbek öbek bekleşiyor; gelmiş kafese binmiyor. Meğer Müdür Bey orada olduğundanmış, saygısızlık edip önüne geçmek istemediklerindenmiş. Abdullah Bey “geçin geçin” deyince geçiliyor; hep o ilkokul erkek çocuklarının yaramazlığı ve neşesi içinde.
Yerin üstünde
Yer üstüne çıkınca sohbete devam ediyoruz. Eski yıllarda Zonguldak’ın kalbi, gerçekten de madencilikle atıyormuş. 40’lı yıllarda önce Karadenizliler gelmiş. Daha sonra Kars ve diğer doğu kökenliler gelmiş, onlar bir kuşak çalışıp yavaş yavaş memleketlerine dönmüşler ama Karadenizliler yerleşmiş. Düşünün; o yıllarda endüstri yok ve kömüre de çok ihtiyaç var. Zonguldak Limanı’nda gemiler sıraya girermiş kömür yüklemek için. “Kömür, limandan İstanbul’a gidip orada havagazı yapımında kullanılıyordu; Rize’ye gidip çay oluyordu; şeker fabrikalarına gidip şeker oluyordu, Ereğli’ye gidip demir oluyordu…. Öyle kıymetliydi ki o zamanlarda yakacak olarak bile kullandırılmıyordu” diyor Müdür Bey. Ve bu altın yıllarda “Kurum, Zonguldak’ın her şeyiydi”. 60 bin işçinin 40 bini pavyon denilen yatakhanelerde kalıyormuş. Tabii o sıralarda özel ya da küçük girişimci yok. Kömür çıkan yerler kente uzak; yol yok, marketti, fırındı, sinemaydı yok. Böyle olunca Kurum, kendi içinde yeterli bir sistem kurmak zorunda kalmış. “Ailesiyle gelen memurun, şefin, mühendisin çocukları okula gidecek… İlkokulların çoğu Kurum’undu, daha sonra bunlar Milli Eğitim’e verildi. Zonguldak’ta yedi tane özel sinema vardı; her bölgede birer tanesi Kurum’a aitti. Kurum küçülünce eskiden zorunluluktan yaptığı tüm bu işleri finanse edemedi; fırınlar, sinemalar kapandı, okullar devredildi.”
Peki şimdi nasıl Zonguldak’ın madencilikle arası? “Şu anda göç veriyoruz çünkü Zonguldak’ın en önemli gelir kaynağı Taşkömürü Kurumu. Eskiden işçi alımında süreklilik vardı. 2000 yılında 4000’nin üstünde bir işçi alımı oldu. Adaletli olsun diye kura sistemiyle yapıldı ama İstanbul’da çalışan pastacı da geldi, tekstilci de… 60 bin kişinin çalıştığı yıllardaki madencilik birdenbire gerilemiş oldu yani. Oysa eskiden köylerde madenciler hep anılarını, işlerini nasıl yaptıklarını anlatırdı. Çocuklar bunlarla büyürdü ve çalışmak için madene geldiklerinde yabancı bir dünya olmazdı burası onlar için. Kurum küçülünce, gençler genelde Tekirdağ, Çorlu gibi yerlere, daha çok tekstile yöneldiler. Madencilik dışında yatırım da yapılmadı. Ve köy kökenli insanlar burada ne köylü olabildi, ne de ruh olarak madenci olabildi” diyor Abdullah Bey.
Öğle yemeği için müessesenin hemen üst sokağındaki bir esnaf lokantasına gidiyoruz. Kıymalı yumurta lezzet dolu ama asıl ilginç olan, hemen yanındaki Uğur Ticaret. Burası mini-Carrefour, yok, yok; okul önlüğü, teyp, ütü, ispirto, ayakkabı, çizme, lastik bot, turşu, kömür, mont, su arıtma cihazı; yetmedi, lavabo ve ocak, ortada masalar: Madenciler orada yumurta filan kırıp yiyormuş… Marketin toprağını satın alıp dükkan yapıp sonra da eniştesine devreden Aziz Kahveci 25 yıldır burada. “Buraya ilk geldiğimizde elektrik bile yoktu” diyor. 80’lerin kitsch abidesi o mavi gözlü, ağlayan suratlı çocuk posteri de burada; dönüp şöyle demesem ayıp: Eski dostum, nasılsın, ne zamandır görmemiştim seni… Dükkanı çekip çeviren Şenol ise ben yağmurdan ıslanmış ve donmuş ayaklarımı sobaya yaklaştırıp ısıtmaya çalışırken dert yanıyor: “Soba en iyisi… Evde kalorifer var, hiç rahat edemiyorum ben kaloriferle. Çok sıcak oluyor”. Ve çocukluğumun Denizlisi canlanıp bu gezide önüme geliyor: “Çay mı, kahve mi?” demeden ince belli bardakta çaylar her daim. Yine aynı bardaklarda, ağır misafirler için hazırlanan “nescafe”. Ve Zonguldak’ın içinde dolaşırken Ahmet’le bir mola vermek üzere durduğumuzda orası kafe değil, café hiç değil, düpedüz, hala sevgililerin gizli gizli buluştuğu, nefis pasta kokularının aklınızı başından aldığı bir pastane. O halde cappuccino isteyince hazır poşetten cappuccino gelmesi insanı neden şaşırtmalı; Anadolu’dayız.
Zonguldak, kömürle doğmuş ve ihtişamını kömürün öneminin azalmasıyla yitirmiş. Cumhuriyet sonrasında (Ankara’dan sonra) ilk il olan bu ilk yerleşim bölgesi, ülkenin ilk ve en önemli ağır sanayi kentlerinden biri olmuş. Zonguldak’ın büyük bir bölümü engebeli, dağlar ağırlıkta ve büyük sayılabilecek bir ova yok. Bu yüzden tarım da fazla yapılamıyor ama köylerde yeni yeni seracılığa, ağırlıklı olarak sebze ve bahçe ürünlerine ve fındığa yönelme varmış. Ve son yıllarda gelişen yayla turizminden Zonguldak da payını ufak ufak almaya başlamış.
Peki, TTK’nın ürettiği kömür nereye, kime satılıyor? Son yıllarda yılda 2-2,5 milyon ton (aslında ülkenin on tona ihtiyacı var) arasında seyreden yıkanmış kömürün yaklaşık % 65’i Çatalağzı Termik Santrali’ne, % 17’si demir-çelik fabrikalarına, % 8’i çimento, çay, şeker vb. fabrikalarına ve % 10’u da ısınma amaçlı satılıyor. TTK’nın, en önemli faaliyeti olan taşkömürü madenciliğinden başka faaliyetleri de var: Maden Makine Donatım İmalatı, Eğitim ve Yayınlar, Analiz ve Testler. Yani olur da evdeki altınlarınıza “antimon külçede komple tahlil” yaptırmak isterseniz ücret 34 YTL. Tahlisiye (Kurtarma) İstasyonu da 65 yıldır başta TTK olmak üzere ülke çapındaki birçok kamu ve özel maden işletmesine tahlisiye ve ilk yardım eğitimi ve olağanüstü durumlarda kurtarma hizmeti veriyor. Bitmedi! TTK ayrıca, Zonguldak Limanı’nın sahibi ve işletmecisi. Zonguldak Limanı, Karadeniz kıyısında demiryolu bağlantısı bulunan iki limandan biri. Ukrayna’nın Skadovsk ve Evpatorıa limanları ile Zonguldak Limanı arasında, haftada iki gün düzenli olarak Ro-Ro seferleri yapılıyor. Yaz aylarında ise İstanbul – Rize arasında haftada bir sefer yapan feribotlar gidiş ve gelişlerinde Zonguldak Limanı’na da uğruyorlar.
Peki, kömürün doğayla arası nasıl, diye soruyorum, cevap; “Ocaktan çıkan atık malzemenin üstünde bile yeşillik, ağaç, ot bitiyor, tabii zamanla… ” Peki olur da ocaklar canlandırılmak istenirse? “Daha potansiyel var ama İngiltere’nin, Almanya’nın bazı kesimlerinde olduğu gibi toptan bırakın derlerse oraları tekrar açmak, toparlamak çok zor olur. Küçülse de sistemli bir biçimde küçülmesi gerekir. Mesela Karadon’daki kömürün şu anda % 50’si işleniyor ama açık tutmamız gereken bazı yerler var; onları hemen kapatamıyoruz, hava dönüş yolu olarak kullanıyoruz” diyor Abdullah Sönmez.
Hızlı, son derece keyifli ve verimli geçen bir günün ardından bu kez tek başıma, Kilimli minibüsüne tekrar biniyorum. Dar sokaklar arasında yükselirken şoföre beni meydanda indirmesini rica edince yanımdaki kadın, “nereye gideceksin?” diyor. “Crendis Hotel” (Deniz Caddesi 1, Kilimli-Zonguldak; 0 372/265-55 95) deyince şüpheli bakışlarına maruz kalıyorum. Öyle ya, akşam vakti, yalnız ve genç bir kadının bir otelde ne işi olabilir? Resepsiyonist beni restoranda yakalayıp; “Çiler Hanım, bizim de resmimizi çekip dergiye koysanız olmaz mı?” diye soruyor. Sebze, pilav, bir kadeh şarap, mega boyutta, hiç masraftan kaçınılmamış bir meyve tabağı ve yeşil çay; hepsi sadece 10 YTL. Yaşasın Anadolu!
Sabah Kilimli’den ayrılma vaktine yakın, restoranın Karadeniz’in o sabah hırçın ve koyu sularına bakan pencerelerinin yanındaki bir masasına dizüstü bilgisayarımla yerleşiyorum. Rahat çalışayım diye müziği kapatan garson “kalabilir” sözünü duyunca bu kez yazmaya olanak tanıyacak daha yumuşak bir müzik koyuyor. Ve sormadan istemeden, biraz önce lobide içtiğim (tadı Starbucks ya da Douwe Egberts kahvelerine pek de benzemeyen) kahvenin aynısını (sütlü, şekersiz) yazarken bana eşlik etsin diye ikram ediyor. Karmaşık isimli müşteri ilişkileri kursları almış olma ihtimali düşük bu garsonun gözlerinin içine bakıyorum ve teşekkür ediyorum. +
(Travel+Leisure, Şubat 2006)