Çeşme
ÇEŞME GÜNLÜĞÜ
Yıllardır İzmirlilerin özel mülkü muamelesi gören Çeşme, son birkaç yıldır başkalarına da kucak açıyor. Özellikle İstanbullular tatil için gidip gelmekle yetinmeyip yerleşmeye, restoran, sörf okulu açmaya, üzüm bağı işletmeye de başladı. Haksız değiller, Çeşme başka güzel. Çiler İlhan gezip yazdı.
Temmuz ve Ağustos aylarında kapalıyız. ‘İzmir’in Nişantaşı’sı’ Alsancak’taki ayakkabı tamirciniz veya terzinizdir bunu söyleyen. Akdeniz rahatlığı içinde dükkanın kapısına kilit vurur ve Çeşme’deki (yıllar önce edinmiş olduğu) yazlık evine gider. Bir bakarsınız en sevdiğiniz kafe de kapı duvar, Çeşme’de tatil yapıyor. Zaten artık İzmir’de çok iş yapan restoranların, kafelerin Çeşme’de de şubeleri var çünkü iş değişti.
İzmirli olup da Çeşme’de yazlığı olmayanın gerçek İzmirli sayılmadığı ve aynı şekilde, Çeşme’de yazlık sahibi olmanın bir İzmirli için en doğal hak olduğu yıllardan, Alaçatı’da taş ev sahibi olmanın pek geçerli olduğu bugünlere gelene kadar ne vardı, ne oldu Çeşme’de?
1930’lar: Ilıca’da üç otel vardı; Rasim Palas Oteli, İstanbul Oteli, Karabina Oteli. 1952: Üyeleri arasında Vehbi Koç, Başbakan Adnan Menderes, Selçuk Yaşar ve İzmir’in önde gelen ailelerinin bulunduğu Ilıca kooperatif evlerinin temeli atıldı. O günkü teknolojik koşullar altında yazlıkların (yedi tip yazlıktan oluşan 450 konut) tamamlanması geciktiği için bölgeye ‘Plaj Evleri’ yerine ‘Şantiye’ denegeldi. 1950’ler: Kaplıca ve içmeler turizminin yerine yaygın olarak denize girme alışkanlığının edinildiği, Pazar günleri İzmir’den Çeşme’ye otobüslerle gelindiği dönem. 1960’lar: İzmir’in levanten ve köklü aileleri yavaş yavaş yazlıklarına yerleşmeye başladı. Çeşme’nin dış turizmle tanışması ise ’60’lı yılların sonunda Turban Oteli sayesinde. 1980’ler: Çeşme yazlıkçıları, mesela çocuklar ne yapardı? Site aralarında şişe çevirirdi, akşamüstü bisikletle Şantiye’de turlardı, sakız dondurması yerdi. Daha büyükleri, denizden çıktıktan sonra (ne yazık ki artık olmayan) Çardak’ta güneşi batırır, Aya Yorgi koyundaki Paparazzi’ye son adımda denizle burun buruna gelinen karanlık, dapdar, korku filmi efektli yoldan bin bir zahmet ulaşıp nefis manzara karşısında kendinden geçer, Disco 9.5’ta omuzlarda vatka, saçlarda perma dans eder, herkesin (her yerde) tanıdık olmasındansa ayrı bir haz alırdı. ’90’larda Fly Inn, Barcelona gibi mekanlar açılmaya, gece hayatı hareketlenmeye başladı. Ve sihirli kelimeye geliyoruz: İzmir-Çeşme otobanı. Otoban yapılırken çok heveslendi, heyecanlandı İzmirliler (çünkü otobanlı zamanlara kadar Çeşme’ye gidiş geliş o daracık dağ-tepe yollarında normal şartlarda 3-4 saati, sıkışıklık olunca 6-7 saati buluyordu) ama herhalde Çeşme’nin bu kadar değişeceğini beklemiyorlardı. Otobanın babası Özal, yapım sebebi Avrupa’ya ihracat yolunda Çeşme Limanı’nı daha çok kullanmak, açılışı 1994. Otobanın ülkemiz ihracatına yaptığı katkı konumuz dışında; bir tatil beldesi olarak yaptığı artılara (ve eskilere) ise az sonra geliyoruz ama Çeşme’yi sonradan keşfedenlere yaklaşmadan önce İzmirliler açısından çok yaşa otoban: Kışın Çeşme’ye günübirlik gidip balık yemek, eşleri tüm yaz Çeşme’de tatil yapan kocaların iş için sabah akşam İzmir’e taşınması, yazlığı kapatıp açma derdi olmadan mesela bir düğün için İzmir’e inip geri gelmek mümkün olmayacaktı onsuz. 1990’lı yılların ikinci yarısı: Önce, sörfçüler Alaçatı’yı keşfetti. Sonra, Bodrum’un ‘tele’leşmiş eğlence anlayışından bıkan bir grup daha İzmirlilerin kaliteli kaliteli, güzel güzel eğlendiğini görünce yavaş yavaş gelip gitmeye başladı buraya. Sonra, modern bir köy tadındaki Alaçatı’ya bayılanlar furyası dahilinde başka İstanbullular buradan ev almaya, formasyonlarına, arzularına göre otel, kafe açmaya başladılar. Derken onları duyan arkadaşları geldi, arkadaşlarının otellerinde kalmak, kafelerinde yiyip içmek isteyen diğer arkadaşları geldi ve biz de şu ana geldik: Alaçatı’daki 1000 taş evden 250’sini İstanbullular almış, servis sektörünün en az yarısı da İstanbulluların elinde. Ve eskiye oranla Çeşme’de neler olup bittiğini görmek için hemen küçük bir karşılaştırmalı liste yapalım:
F.Ö. (Furyadan Önce) gruptan biri yok olduğunda bilinirdi ki Alaçatı’da kumsalda, yıldızların altında yeni bir aşkın veya bir gecelik zevkin kollarına atılmak için yok olmuştur ama F.S. (Furyadan Sonra) yıldızların altında en azından gizli gizli sevişmek pek mümkün değil çünkü yıldızların altı ‘beach’ dolu. Ayayorgi’deki Paparazzi hala çoğu kişiye göre Çeşme’nin en gidilesi yerlerinden ama yanındaki, karşısındaki kulüplerden gelen gürültülü müziklerle artık sessiz bir koyda değil. Böcekçi Langusta’nın sahibi hala onu ilk tanıdığımız günkü kadar aksi, fark, uçan fiyatlarla küçülen ıstakoz boylarında. Daha dört-beş yıl öncesine kadar Çeşme genel olarak ‘nakit çalışırken’ artık çoğu mekan kredi kartıyla ödeme kabul ediyor. Hemen bu noktada İzmirlilerin, dolayısıyla Çeşme’nin İstanbul’la aşk-nefret ilişkisinden bahsetmeli. Şu an İzmirliler, “İstanbullular çok ucuz, çok ucuz diye diye pahalılaştırdılar Çeşme’yi” ve “her yer çok kalabalık oldu” benzeri şikayetlerde bulunsalar da İstanbullu olmak hala oldukça iyi prim yapıyor. Ama durun; kesinlikle eskisi kadar değil çünkü etraf artık 34 plakalı araba dolu. Ama durun; yine de, ‘İstanbul’dan gelen gazeteci-yazar’olmak da yeteri kadar ilgi çekmez değil, hak yememeli.
Değişmeyenler yok mu listede? Elbet var. Eğlencenin merkezine yapılmış çılgın bir yolculuktan sonra sabaha karşı sürünülerek yenen kumrunun lezzeti; denizin güzelliği; en sıcak havada bile insana bir tutam nefes aldıran rüzgar; yüksek oksijen oranı; denize hala, evlerinin orada olması, plajın dayanılmaz harikalığı ve yılların verdiği alışkanlıkla (halkımızla iç içe olma pahasına) Ilıca’dan giren İzmirli arkadaşlar; ılıman iklimin sayesinde zaten kışın da pek giyinmeyip yazın neredeyse hiç giyinmeyen fıstık İzmir kızları; tatilciyi tutup da bırakmayan, insanın kanını kaynatan neşe dolu Ege ruhu.
Alaçatı
Alaçatı’yı nasıl bilirsiniz, bilirseniz? Taş evleri, yel değirmenleri, meydanı, pazar yerindeki kiliseden bozma camisi, çarşısı, karabiber ağaçlarının gölge yaptığı parke taşlı dar sokakları, Boşnak, Arnavut, Selanik göçmeni güleryüzlü, medeni halkı… Bir zamanlar Çeşme ahalisiyle İzmirli yazlıkçıların pazar alışverişine geldiği Alaçatı, Çeşme’yi çoktan solladı. Ege’nin eski Rum yerleşimlerinin en güzellerinden biri, kesinlikle.
Çeşme üstüne ahkam kesmeyi bırakıp kalemi (bir süreliğine) Alaçatı yerlilerinden, Alaçatı Koruma Derneği Başkanı İbrahim Topal‘a uzatalım çünkü “inşallah, maşallah”la Alaçatı’nın bozulmadan kalmayacağını düşünen bir grup insanla birlikte 2001 yılında kurmuş bu derneği. Amaç, bir sivil topum örgütü olarak Alaçatı’yı tanıtmak ve Alaçatı’nın korunmuşluğunun devamını sağlamak. Zaten İzmirliler genel olarak bilinçli ve istekli Alaçatı’yı koruma konusunda; meydandaki kahveye plastik sandalye koyan belediyeye “Alaçatı’ya plastik sokmayalım,” deyip sözünü dinletecek kadar.
“1850’li yıllarda sürgünden dönerken fırtına yüzünden Alaçatı Limanı’na sığınmak zorunda kalan sadrazam Hacı Memiş Ağa, buradaki bataklığın kurutulmasında çalıştırılmak üzere adalardan Rum işçiler getirtiyor. Rum işçiler Alaçatı’da ikamet ediliyor, yeni Alaçatı böyle kuruluyor. Büyük toprak sahibi Türkler de tarlalarını Rum işçilere bağ yapılması için bir nevi kiralıyorlar. 1914’te Balkanlardan göçmenler geliyor, onlar bizim dedelerimiz. 1914-23 arası o güne dek süregelmiş ekonomiden mahrum kalınan bir dönem; bağcılık, şarapçılık, zeytincilik, zeytinyağcılığı yapılmıyor. 1924’ten sonra mübadeleyle gelen Girit, Selanik, Makedonya göçmenleri tütüncülüğü getiriyorlar ama Alaçatı’nın ruhuna, toprağına ters bir ürün tütün. ’50’li yıllardaki köyden kente göç Alaçatı’yı da etkiliyor, nüfus uzun yıllar boyu 4000 olarak kalıyor. ’80’li yıllarda devlet tütün desteğini kaldırınca kavuna yöneliyor halk. Sonra 2000’e kadar geçim yolu, arsa satmak.” 2000’li yıllarda vizyon ve sermaye sahibi insanların Alaçatı’yı keşfetmesi, köyün gelişmesi için bir fırsat olmuş. Alaçatı’nın turizm ve inşaat alanındaki patlama yılı 2001. 2000’de hiç otel yokken bugün toplam yatak kapasitesi 350’ye yakın, 30 kadar da kafe/restoran var. Turizm yapanları da, yapmayanların tarıma yönelmesini de desteklemiş dernek; sakızcılık, lavanta, Deveci Armudu (patenti Ali Deveci’nin babası Lütfü Deveci’ye ait), bağcılık, şarapcılık… Yörede enginar, anason, narenciye de yetiştiriliyor. “Alaçatı’yı korumak istiyorsak buradaki insanların da refahını, üretime katılmalarını sağlayarak yükseltmek gerek” diyen İbrahim Bey’e hak vermemek elde değil.
Dernekten başka bir isim; eski İstanbullu, yeni Alaçatılı, ’92’de Alaçatı’ya dışarıdan gelen üçüncü aileden olan Zeynep Öziş. Taş Otel’in sahibi, işletmecisi. 20 yıllık yoğun profesyonel iş yaşantısından sonra çocukluk hayalini gerçekleştirerek ikinci bir hayata başlamış Taş Otel’le. 2001 Mayıs’ında otel olarak açılacak bu koca taş binayı restore etmek, çoğu arkadaşının gözüne para gömmek gibi görünmüş. O zamanlar tüm Alaçatı’da yerel lokantaların, kahvelerin yanı sıra sadece Taş Otel’in, Agrilia Restoran’ın ve OEv’in restoran olarak açık olduğu düşünülürse, doğal bir tepki. Gelirken giderken arkadaşları da yavaş yavaş ev almaya başlamış Alaçatı’dan. “Buradaki restoran ve otellerin yüzde sekseninin sahibi ve işletmecisi kadın. Bu bence önemli bir fark katıyor” diyor, Alaçatı’nın bir marka olarak konumlandırılmasında profesyonel anlamda destek veren Zeynep Hanım.
Alaçatı keşfedilmiş, iyi olmuş ama umarız tadında kalır. İbrahim Topal, “Alaçatı’daki mekanların ticari meta haline gelmesinden çekiniyoruz. Kiralanan yerler bir sezonda iyi para kazanmazsa başka birine devrediliyor ama biz diyoruz ki yatırım yapanlar işin başında olsun.” Bizce de. Her köşede bir taş ev, hatta taş site inşaatı görmek biraz ürkütücü; genel olarak koyların her sezon yeni beach club’larla tıklım tıkış dolması, kumsal kenarlarına mimari açıdan çevreyle uyumsuz yeni otellerin yapılması da.
Çeşme’de 25 yıla yakın zamandır sörf yapılıyor. Ilıca ve Boyalık’ta başlayan macera Alaçatı’da son hız devam ediyor. Devamlı rüzgar alıp dalga yapmayan özelliği ve derin olmayan deniziyle dünyanın sayılı sörf merkezlerinde biri Alaçatı. Windsurf istasyonlarının (ve doğayla ne yazık ki pek de uyumlu yapılmamış olan Süzer Otel’in) bulunduğu plajın ismi, Çark Plajı.
Alaçatı koyunda yedi adet sörf okulu var, deyip de geçmeyin; dünyada çok az yerde yedi istasyon yan yana. 1995’ten beri Alaçatılı, Türkiye’nin en büyük istasyonu, dünyanın da en büyüklerinden biri olan Alaçatı Surf Paradise Club’ın (ASPC) yabancı eğitmeni Önder Kadak anlatsın Alaçatı’da sörfün tarihini: “Bu koyu Almanlar keşfetti, 1970’lerde. ’80’li yılların sonlarında bir-iki sörf yatırımcısı yabancı yerleşti buraya. ’95’ten beri sörf derslerinin de dahil olduğu profesyonel turlar düzenleniyor. Önceleri Alman ve Hollandalı ağırlıklıydı, son birkaç yıldır doğu pazarına açıldık”. Peki neden Alaçatı’da sörf? “Alaçatı, lokalizasyon ve altyapı açısından sörf için mükemmel. Poyraz rüzgarı Ilıca tarafından geliyor, karadan geçip (burası dar bir geçit olduğundan) bir daha hızlanarak direk Alaçatı koyuna vuruyor. En büyük özelliği, kıyıdan yaklaşık 500 metre mesafeye kadar derinliği bir metreyi geçmeyen kumdan sahile sahip olması. Yön belirlemesi kolay, güvenli ve korunaklı bir koy burası; koyun iki tarafı da görünüyor. Buraya gelen sörf turisti beş yıldızlı otellerden çadıra, her türlü konaklama imkanını buluyor. Çoğunun kendi dilini konuşan eğitmenler var okullarda, bu da büyük bir avantaj. Uluslararası İzmir havaalanı arabayla 50 dakika, İzmir-Çeşme arası otoban”.
ASPC’nin okul eğitim müdürü Ufuk Sönmez‘e göre sörf, insanda bağımlılık yapar. “Saatte 60-70 km. hızla denizin üstünde rüzgar gücüyle yol almak çok keyifli. Güneş, deniz, kum da bu sporun parçası ki işe ayrı bir lezzet katıyor. 6-7 yaşından 60-70’ine kadar herkese ders veriyoruz burada çünkü güce dayalı bir spor değil bu, rüzgar açılarını, tekniği doğru kullanmakla alakalı. Herkesin gücü kendisini rüzgarla beraber su üstünde ilerletmeye yetecektir. En temel seviyede devamlı eğitmen gözetiminde on saatlik bir başlangıç kursumuz var; bu kurstan sonra kişi tek başına sörf yapabiliyor hale geliyor. İlerlemek isterse orta, bir süre sonra da ileri seviye dersleri alabilir. Sezon şu an Mayıs-Ekim arasında olmak üzere yedi ay ama ilk hedeflerimizden biri burayı tüm yıl açık tutabilmek. Kuzey denizinde, Almanya’da, Finlandiya’da her yerde kışın da sörf yapılıyor, bizde yılın on iki ayı sörf yapmaya olanak veren bir rüzgar var, hava sıcaklığı da çok uygun.”
Peki sörfçüleri balık adamlara benzeten o kıyafetlerin sırrı ne? Sörf elbisesi ‘wet suit’in çalışma prensibi şu: Giyiyorsunuz. Suya girdiğiniz zaman vücudunuzla kıyafetiniz arasına ince bir su tabakası giriyor ve siz o suyu vücudunuzla ısıtıyorsunuz. ‘Wet suit’ tam olarak üstünüze oturuyorsa o sıcak suyu siz bütün gün muhafaza ediyor, üşümüyorsunuz. İşletme Müdürü İzi Hakim‘den yarışmalar üstüne birkaç söz: “Alaçatı, yarışmalar için de çok uygun bir koy çünkü yarışmalar genelde açık denizde yapılır ve izlemek mümkün olmaz. Burada koyun içinde yapıldığından seyri hem mümkündür, hem de keyifli”. 2005 Haziran’ında Alaçatı’da 2005 Türkiye Windsurf Şampiyonası ve 2005 Avrupa Slalom Windsurf Şampiyonası yapıldı. Surf’n Sound Spor ve Müzik Festivali de o tarihlerde sporu eğlenceyle destekledi. Zaten buralarda neredeyse her hafta sonu bir özel yarış var yaz boyunca; Alaçatı Cup, Denizcilik kupası, Belediye Kupası vb… Duyduğumuza göre 2006 Dünya Windsurf Şampiyonası da ülkemiz topraklarında yapılacakmış.
Çeşme’de Alaçatı’dan, Ilıca’dan, Boyalık’tan başka sörf yapılan koy yok mu? Var. Çiftlikköy’deki Pırlanta Plajı iyi rüzgar alması ve sert dalgaları sebebiyle özellikle usta sörfçüler tarafından tercih ediliyor. +
(Travel+Leisure, Ağustos 2005)