Abdullah Ataşçı

“Sığ Suyun Balıkları”, Abdullah Ataşçı’nın Doğan Kitap’tan çıkan yeni ve ilk öykü kitabının ismi. Kitabın kendisiyse derin ve duyarlı sorgulamalar, hisler barındırıyor…  Çiler İlhan sordu, yazar cevapladı.

Göçmen olmak, bu duygu, edebiyatınızı nasıl etkiledi?
İçinde yolculuklar barındıran bir insan olduğumu düşünürüm. Yüreğimle, beynimle sürekli bir yolculukta olduğumu biliyorum. Bunun ötesinde fiziksel olarak göç halinde değilim. Elazığ ve Ankara dışında, mecburî konaklamalar dışında uzun süre bir yerde kalmışlığım yok. Yaşamımın ilk bölümü Elazığ’da, ikinci bölümü ise Ankara’da geçmekte… Diyarbakır, Van’da biraz fazla; Adana, Nevşehir, Antalya’da azıcık soluklanımışlığım var. Elbette geçtiğim her kentten, beklediğim her duraktan, gördüğüm her insandan bir şeyler almışımdır. Bir göz göze geliş, paylaşılmış kırık dökük de olsa kısacık bir an; bu andaki sezme, anlama, kabullenme, kabul etme, kabullendirme, somutlama, soyutlama  gibi olumlu ve sevindirici ya da bunların tam tersi kabul etmeyerek anlamama, sezmeme, içine almama gibi olumsuz ve yorucu duygular içimde bir yer edinmiştir. Bütün bunların yazınıma birebir etkisi olmasa da dolaylı bir biçimde yazdıklarıma sızdıklarını düşünürüm. Yaşam en büyük ilham kaynağımızsa, bunun böyle olması da kaçınılmazdır gibime geliyor.

Metropollere dışarıdan bakabilen biri olarak, en çok neyi görüyorusunuz? Büyüdüğünüz şehir olan Elazığ’la karşılaştırdığınızda en çok ne tür farklar çıkıyor karşınıza?
Metropollere bakınca, burada birbirinden farklı, apayrı istikametlere doğru giden iki tren görürüm. Birincisinde, her şey yerli yerindedir. Hatta biraz fazlaca güllük gülistanlık bir durum söz konusu. Bu trendeki insanlar mesutlar, geçmiş kaygıları olsa da, gelecek kaygıları taşımıyorlar.
İkinci tren ise, birincisinkiden çok daha kalabalık. Neredeyse insanlar üst üste yığılmış, solukları birbirine karışmış gibi. Buradakiler mesut değil elbet. Yaşamak gibi bir dertleri var, bunun için de yapmaları gerekenler… Bu trendekiler bilinç kaybı da yaşarlar zaman zaman. Nerede olduklarını, bulundukları durumu, sınıflarını unutup birinci trenin yoluna devam etmesi için gerekli yakıtı sağlamak gibi bir görevleri olduklarını çoğu zaman unutmazlar. Ben Ankara’da Altındağ’a bakınca dünyanın hiçbir yerinde göremeyeceğim sefaleti ve bilinç kaybını görürüm.
Doğup büyümeye çalıştığım Elazığ elbette metropolden çok farklı bir kent. Orada iki tren değil, bir tren var. Sadece vagonları birbirinden farklı. Yine de vagonlar arası geçiş çok zor.  Ancak aynı yöne doğru akan insanlar arasındaki paylaşım ayrı yöne giden trenlerin insanlarının birbiriyleriyle paylaşımdan daha büyük ve daha insancıl.

Öykülerinizin bir kısmı içinde yine size ait olan şiirler barındırdığı gibi, genel olarak şiir diline çok yakın. İmge zenginliği, dilin ve duygunun yoğunluğu… (“Soğuk, bu sabah, hırpani saçlarımı üşütüyor. Kahverengi yalnızlıkların başı eğik, mevsimin zulmü vurmuş”, s.17 / “Büyük bir yanılgıyı örüyorlardı sessiz bekleyişlerinin kahreden çekimsiz eylemlerinde”, s. 41) Düzyazıdan önce şiir yazmış gibi bir haliniz var? Şiirle ilişkiniz nasıl?
Önce şiir vardı, diyebilirim. Hâlâ da var, başlangıçtaki kadar yoğun olmasa da.  Öykülerimin şiirsel olması, bilinçli değil. Her öykü kendi yolunu, kendi sesini, kendi omurgasını oluşturuyor. Bazen istesek de yazıya hükmümüz olmuyor. Öykülerimin şiir diline yakın olması benim için sevindirici. Gerçi böyle olmasını yadırgayanlar, “Ya şiir, ya öykü” diyenler yok değil. Bence her ikisi de…

Öyküleriniz sanki üç ana yol etrafında dolaşıyor: Evlerinde huzura erdirilmeyen insanlar, dağlara sevdalananlar, gece yarısı baskınları (“korku buralarda bir durak”), sessizce ağlayan anneler (“postallarla silkelenmiş bir kalabalık”), yaşama kıyısından bakan gecekondu mahalleleri; göç; aşk. Öyküler birbirine sürekli el ve duygu veriyor. Bilinçli bir seçim mi bu?
Ben yaşamda ne varsa onları anlatmaya çalışıyorum. Tabii kendi dilimle ve hayatı algılayışımla… Yazının samimiyeti de son derece önemli. İnanmadığım ve algılayamadığım dünyanın yazarı değilim. Öncelik, kendimin ve yaşadığım çoğrafyanın gerçekleridir. Kendimin ve coğrafyamın gerçekleri de aslında dünyanın büyük çoğunluğunun gerçekleri… İlk kitabımında çocukluğumun fotoğraflarının etkili ve bol olduğunu biliyorum. Sonuçta yazan için en büyük hazine çocukluk değil midir? Bu öykülerin bazılarında içimi acıtan bir resim gibi 12 Eylül ve onun travması da geniş yer alır.  Yazmak zorunda kaldığım için yazdım belki de. Bunun nedenini tam olarak anlayabildiğimi sanmıyorum.
Öykülerim arasında birbirine göndermeler, geçişlerin olması bilinçli bir tercih mi? Sanırım hayır. Bunları yazarken yarı uykuluydum belki de. Yazmak apayrı bir dünyanın içinde gerçekleşiyor. Yazdıklarım arasında duygu akrabalığı olduğunu biliyorum. Böyle olması da iyi bir şey aslında. Bugün Elazığ’a gittiğimde yirmi yıl önce gördüğüm fotoğrafı yine de görmekteyim. Yoksulluk, hastalık, acı bir su gibi ilerleyen zaman, suskunluğun kalın duvarları… Yine  bütün bunlarla beraber umutlar, düğünler, halaylar… Yaşam ikili yürüyor hep.  Yazdıklarım arasındaki bağlantıların yoğunluğu belki de bundandır. Aynı suyun içindekilerin zaman değişse de birbirlerine benzer olması…

Kitaba, son öykünün kahramanı “kendini bulmuş ve bir metropolde sevdiğiyle düşler kurmaya gitmiş” olsa da genel bir hüzün hakim. “Gözlerinde yitik bir türkünün sözleri” var diyor “Gecekondu Mahallesinin Parke Taşları” isimli öyküde bir kahraman. Peki siz, bu kitapla kendi türkünüzün ne kadarını söyleyebildiniz?
Bu kitapla kendi türkümün  birkaç önemli bölümünü söylediğimi düşünüyorum. Tabii türkümün nasıl karşılandığını tam olarak bilmiyorum. Amaç söylemek istediklerimi söylebilmek ise, kendi açımdan sorun yok. Yazmak istediklerimi yazdım. Bunlar okur tarafından nasıl karşılanır, beğenilir mi, beğenilmez mi, kaygısına düşmedim. Ama bir yerde bunları paylaşıma açıyorsanız, onların da ne düşündükleri önemli oluyor. Bu açıdan zamanlarını ayırarak kitabımı okuyanlara saygı duyuyorum. Sonuçta yazarın da, okurun da kaygıları ve beklentileri var. Bunların tam olarak örtüşmesi beklenemez yine de anlamaya çalışmak, anlaşılmak önemli gibime geliyor.

Kitapta herkes hülyalı gibi; bir rüyadan, bir perdenin arkasından konuşuyor gibi. Çocuklar, gençler de kendi dillerinde değil, masalsı bir yetişkin dilinde konuşuyorlar. Öykülerin kahramanlarına günlük hayat çok mu acı veriyor da başka bir dil yaratıyorlar kendilerine?
Günlük hayatın acımazlığı ortada. Olan bitene hangi noktadan baktığınız son derece önemli. Çocuklar her yerde aynı değil. Benim büyüdüğüm yerde, daha onunda, on ikisinde, yaşamın ağırlığını yüklenmiş, sorumlulukların en büyüklerini üzerilerine almış çocuklar tanıdım. Bir işte çalışan, kardeşlerine, ailesine bakan çocuklar gördüm. Bunlar çocuk olarak görmüyorlardı kendilerini. Sabahın dördünde kalkıp da yola koyulan, simit satan, ağaç soyan, pancar toplayıp kamyonlara yükleyen ekmek parası peşindeki çocuklardı bunlar. Bu çocukların seslerinin diğer çocuklara göre daha kalın, suskunluklarının daha derin, iç seslerinin birçok yetişkininden bile daha sorgulayıcı, hesap sorucu olduğunu da biliyorum. Birkaç öykümde bu çocukları kendime konu edindim. Zamansal yanılgının ortasında hepsi birer yetişkindi. Onları yazarken, çocukça şımarıklıklardan, isteklerden, oyunlardan, oyuncaklardan, seslerden bahsedemezdim.

Her ilk kitap gibi ister istemez otobiyografik bir metinler bütünü mü bu kitap?
Çok değil. Her ne kadar çocukluğumdan, hayatımdan ilham alsam da, yazdıklarımda kurmaca çok fazla. Hayatımla birebir örtüşen hiçbir öykü yazmadım. İçimi acıtan 12 Eylül’ü bir çocuğun gözlerindeki kaybedişlerle yazdım, birkaç öykümde. Bunu bir görev olarak addetmedim kendime. Kendi yalnızlığımdan baktım kanayan geçmişe. Birilerine  bir mesaj vermek maksadıyla ele alınmış metinler değiller asla. Bunun ötesinde ben kendimi yazdım diyemem. Elbette yazdıklarım, kendi yalnızlığımın doğurgan tarlasından yetişerek kâğıda döküldüler. Okuyucuların büyük kısmı ise öykülerimde yaşanmışlığın çok fazla olduğunu düşünüyor. Kayısı Kokardı’daki Cüce’nin olmadığını söylediğimde okuyanların şaşkınlığı artıyor. Gerçekte öyle biri hiç olmadı. O öyküyü yazarken dekor olarak kendi çocukluk mahallemi kullandım sadece. Damdaki Deli’deki Tacettin, Külüstür Dünya’daki Nafiz, Yücebaba Çorbacısı’ndaki Yücebaba Çorbacısı, Karanlık Yüzler’deki Rıza, Hüsamettin ve Muhsin elbet var olan insanlar, bunları görmek için etrafımıza  iyi bakmanın yeterli olduğunu düşünüyorum.

Nasıl bir maceraydı ilk kitabınızı bastırmak? Öyküleri kitaplaştırmak, düzeltilerini yapmak, yayınevini bulmak, basım aşaması…
Öykü yazmaya sevgili Remzi İnanç sayesinde başladım. Onun iteklemesiyle, yol göstericiliğiyle desteğiyle… Ustam dediğim, değer verdiğim bir yazar, yayıncı ve dost bir insan olmuştur bu yüzden Remzi İnanç… Bu yüzden Sığ Suyun Balıkları’nın ortaya çıkmasının en önemli nedeni Remzi İnanç’ın desteği olmuştur. İkinci sırada ise Külöykü ve bu dergi aracılığıyla tanışıp dost olduğum Mustafa Kurt ve Bilal Kolbüken gelir. Onlarla paylaşımlarımın edebiyatıma önemli katkılarının olduğunu düşünüyorum.
Kitabımı yayımlama aşamasına gelince… Dosyamı postayla Doğan Kitap’a göndermiştim. Oraya göndermemin en önemli nedeni, web sitelerinde yer alan şu yazı olmuştur. “Her yazar için en zor olan, ilk kitabını yayımlatıp edebiyat dünyasına adım atmaktır. Doğan Kitap genç yazarların çabalarına sonuna kadar destek olur.” Bu yazı, beni cesaretlendirip dosyamı onlara göndermemi sağlamıştır. Gerçekten de bir süre sonra beni arayıp dosyamı basmaya karar verdiklerini söylediklerinde çok doğru bir karar verdiğimi anlamıştım. Aynı zamanda inanılmaz sevinmiş, böylesine önemli ve büyük bir yayınevinden kitabımın çıkacak olmasından mutlu olmuştum. Basım aşaması öncesi ise sabırsızlıkla beklediğim bir türlü geçmeyen zamanı hatırlatır bana.

Kitaplarını okuduğunuzda hayatınızı değiştiren ustalarınız oldu mu? Kimlere, hangi ülke edebiyatlarına kendinizi yakın hissediyorsunuz?
Kitaplarını okuduğumda hayatımı değiştiren hiçbir yazar olmadı. Ama gelişimimi olumlu yönde etkileyen, geçici sarsıntılar meydana getiren kitaplar oldu elbette. Beni ilk etkileyen kitap Alex Halley’in “Kökler”idir. Ortaokul birinci sınıfta okuduğum Yaşar Kemal’in “İnce Memed”i günlerce içinde kalıp da dışarıya çıkamadığım, uzun süre etkisinde kaldığım bir kitap olmuştur. O zamanlarda ve lise yıllarında okuduğum Orhan Kemal, Sabahattin Ali, Sait Faik, Nazım Hikmet, Yılmaz Güney, Hasan Hüseyin edebiyata olan sevgimi, ilgimi artıran Türkiye’li yazarlar olmuşlardır. Maksim Gorki’nin “Ana”sı, Turgenyev’in “Babalar ve Oğullar”ı, Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”sı, Jack London’ın “Martin Eden’i” o yıllarda okuduğum ve beni gerçekten etkilemiş kitaplardır.  Sonraki yıllarda ise Türk yazarlardan Bilge Karasu, şairlerden ise Turgut Uyar beni en fazla etkileyen isimler olmuştur. Dünya edebiyatından ise Jean Paul Sartre, Albert Camus ve Neruda. Ama çoğrafya açısından diyorsanız bugün için kendimi hem yazınsal hem de düşünüş açısından Latin Amerika’ya yakın görüyorum. Hatta oralarda olmanın dayanılmaz bir isteği de mevcut içimde.

Öyküyü tercih etmenizin sebebi ne oldu? Bundan sonra edebiyat yolculuğunuzda nasıl bir yol izleyeceğinizi düşünüyorsunuz?
Öyküyü tercih edişimdeki en önemli unsur önceki sorularda da değindiğim gibi Remzi İnanç olmuştur.
Öyküde kalmamın başlıca nedeni ise bu türün sınırlarının, sanılanın aksine çok geniş olduğunu öğrenmemdir… Hâlâ öykünün sınırlarının nereye kadar uzandığını öğrenme derdindeyim. Bir de öykünün şiir ile roman arasında bir yerde olmasının beni rahatlatan bir yanı var.
Yani öyküyle çıktığım bu yolculukta öykü hep var olacaktır. Şu an ikinci kitabım için çalışmaktayım. Bu da bir öykü kitabı olacak. Ayrıca yazmaya koyulduğum bir de roman var. Ama şu an öncelikli değil. Ve şiir… Elbette hep yerini alacak gittiğim yolda…

(Kül Öykü, Ocak 2007)