Kuzey Portekiz Porto

KUZEY GÜNEYE KARŞI

Porto Portekiz’in kuzeyinde ama hayatın burada diğer kasabalar gibi çok da sakin aktığı söylenemez. Karşınızda Douro Vadisi, Toskana ile; kendisi Lizbon’la yarışmaya hazır bir kent var.

Yazı: Çiler İlhan
Fotoğraf: Ricardo Junqueira

Kuzey ve güney size Amerikan iç savaşını ya da bir televizyon dizisini çağrıştırıyorsa Portolu bir arkadaşınız olmamış demektir.
Kuzeyli Porto, güneyli kardeşi havalı Lizbon’un gölgesinde durmaktan bıkıp atağa kalktı. Sahipleri Bruno Gomes ile Rui Botelho’nun kendileri kadar cool kıldığı Champanheria da Baixa Bistrô’da sabah beşte bitecek bir gecenin akşam yemeğini yerken, “Bizim kuşak burada hiçbir şeyin olmamasından çok sıkıldı. Hareketi başlatan biz olduk. Şu önümüzdeki caddede on yıl önce yürüyemezdiniz; kimse olmazdı, tehlikeliydi de. Şu an 30 ve 40’lı yaşlarında olan bizler 2007’lerde mağazalar, barlar, stüdyolar açmaya başladık. Frederico da stüdyosunu bu yıllarda açtı, öyle değil mi?” diyor, Portekiz’in Paris ve New York dahil uluslararası şovlarda boy gösteren ünlü moda tasarımcılarından Luís Buchinho (luisbuchinho.pt). Frederico Martins ise ülkenin önde gelen moda fotoğrafçılarından. “Krize rağmen büyüdü Porto. 2006’da 150-200 bin Euro’ya koca bir bina satın alabilirdiniz; şimdi fiyatlar on katı” diyor (frederico-martins.com).

Bazılarının duvarları vitraylarla süslenmiş renkli evlerinin; İspanya’dan doğup kentin ortasından geçerek Atlas Okyanusu’na kavuşan ünlü Douro Nehri’nin; UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde olmanın ve şarap mahzenlerinin ötesinde bir Porto daha var: Aynı binada iki Pritzker ödüllü mimarın çalıştığı (Álvaro Siza Vieira ve Eduardo Souto de Moura), Rem Kooalhaas’ın bazılarınca “aykırı” bulunan konser salonu Casa da Música’nın, yeni sanat galerileri ve gurme restoranların Porto’su.

Porto’nun göbeğine uzaydan ışınlanmış gibi yerleşmiş Casa da Música’nın amacı tam da bu. Kentin yavaş yavaş hareketlenmeye başladığı 2005 yılında yapılan bina pek çok konser salonunun aksine cam duvarları ve kocaman pencereleri sayesinde gün ışığı alıyor. Burası yüksek sanatıyla böbürlenen bir mekandan ziyade transparan bir yapı ve zihniyete sözcülük ediyor. Álvaro Siza Vieira’nın tasarımı Serralves Çağdaş Sanat Müzesi ise hem adından söz ettiren uluslararası sergileri, hem harika Fransız bahçeleriyle yerel halkın tüm gününü geçirdiği bir mekan. Yolunuz 4-5 Haziran’da Porto’ya düşerse çağdaş işlerden konserlere, dansa geniş bir yelpazde düzenlenen 40 saatlik sanat festivalini kaçırmayın.

Porto’da bar hopping yaptığımız Cumartesi akşamı Luís’nin atölye-mağazasına da gece yarısı baskını yaptık. “Porto aynen benim mağazam gibidir. İçeri girersin, bir kapı açılır, bir kapı daha açılır ve bir tane daha…. Beklemediğin kadar derin ve geniş bir mekan ve mutlaka bir arka bahçeyle karşılaşırsın,” diyor Luís. Cumartesi gecesi Porto sokakları, Asmalımescit’in Asmalımescit olduğu zamanlardaki gibi; her köşede insan seli. Mimarlık fakültesi dünyanın en prestijli fakültelerinden olan, 1911’de kurulmuş Porto Üniversitesi’nin enerjisi bitmez gençleri elbette bu selin bir kısmı. Çoğu barın aynen Luís’nin dediği gibi bir “arka salonu” var. Müzik, sınıf, cinsiyet farkı gözetmeden içtenlikle ve özgürce eğleniyor kent. Popüler kulüplerinden Plano B’nin iri güvenlik görevlilerinin tuttuğu kapısı Luís’nin görünmesiyle açılıyor. Farklı müzik ve havalarda birkaç odası olan kulüpte nereye bakacağımı şaşırmışken bir iPad’le burun buruna geliyorum: “Duyduğuma göre Condé Nast Traveller’danmışsın. Porto’yu sevdin mi?” ile başlayan bir dizi soruyu cevaplamaya çalışırken (acaba bir hasmın hışmına mı uğradım paranoyası içindeyken) Facebook’u için çekim yapan bu şahsın Alvaro Costa olduğu anlatılıyor bana. Radyo ve televizyon programcısı, DJ, gazeteci Costa burada efsane. Sonra onun DJ’liğini yaptığı odaların birinde sabaha kadar dans ediyoruz. Burası kesinlikle B değil, A planı.

Ertesi gün, sabahtan akşama turist akınına uğrayan 1800’lerden kalma tarihi kitapçı Livraria Lello’nun önündeki uzun kuyruğu on yılını burada geçirmiş, şimdi Porto ve Kuzey Portekiz Turizm Derneği’nde çalışan Leonor Vasconcelos sayesinde atlatıyoruz. İçerisi yüksek, işlemeli tavanları, ortadaki kırmızı merdiveni ve binlerce kitabıyla rüya gibi. Leonor, “ben çalışırken sadece eski kitaplar, nadir baskılar satardık; harika zamanlardı” diyor. Ben de kızımla her gün hâlâ üstünde cebelleştiğimiz Portekizce bir origami kitabıyla çıkıyorum bu masalsı dükkandan.

Bu arada Porto elbette hâlâ oldukça otantik; Ortaçağ’dan kalma kiliseleri, manastırları, nehrin karşı kıyısına kurulmuş Gaia kentininkiyle birleşen silüeti, yokuşlar, tepelere kurulmuş katedraller… Modern yapılar ve birbirine yaslanarak ayakta durmaya çalışan daracık evler; 1886’dan kalma Dom Luís I ve 1963 yapımlı Arrábida köprüleri; gökyüzünde salınan teleferikler ve nehirde gezinen ahşap tekneler; barlarından taşan neşe ve dar sokaklarından kokusunu aldığınız, o hiçbir dile tam olarak çevrilemeyen “saudade”; hasret, melankoli ve nostaljinin Portekizce karışımı… Porto’da hepsi var.

Vadim o kadar yeşildi ki
Kıyıdan içeri, Douro Vadisi’ne arabayla yolculuk ise bir başka masallar diyarına götürüyor insanı. “Toskana’dan hiçbir farkımız yok,”diyor ilk durağımız Quinta Do Crasto bağlarında bizi dolaştıran Ana. Dağlardan ırmaklar akıyor, badem ağaçları açmış, kıvrıla kıvrıla ilerleyen yollar bir kısmı Ortaçağ’dan kalma minik köyleri bir görünür bir kaybolur kılıyor; bölgeye has granit taşı bağları çevreliyor, koruyor.

UNESCO Dünya Mirası Listesi’ndeki bu topraklarda iki bin yıldan fazladır Porto şarabı üretiliyor. 1756’da hudutları belirlenip ismi konunca bölgedeki şarap üretimi organize ve uluslararası bir hal alıyor. Şu anda toplam 33 binin üstünde irili ufaklı üretici buralarda birbirinden leziz şaraplar yapıyorlar; artık elbette sadece tatlı ve sert, dijestif Porto şarabı değil, özellikle kırmızı sofra şarabı da dahil çeşit çeşit… Toplamı 250 bin hektar olan Douro Vadisi’nin % 18’i asmalarla dolu. En önemli üreticilerin sayısını 35 olarak veriyor, Leonor.

Roquette ailesine ait Quinta Do Crasto, yılda bir milyon şişe üretiyor. Bu mülkün etrafındaki şarap üretimi 1615’lere dek izlenebilse de şişeleme ve satış 1994’te başlamış. Üzümler elle toplanıp hâlâ çıplak ayakla eziliyor. Bölgenin verimli toprağı üzüm bağları ve badem ağaçlarının yanı sıra yüksek kalitede zeytinyağı üretilmesine de izin veriyor; tıpkı Roquette ailesinin nefis zeytinyağları gibi. (quintadoccrasto.pt)

Vadiyi araba, tekne, tren hatta helikopterle gezmek mümkün. Régua gibi bir istasyondan binip tekne ve tren deneyimini birleştirmek de olası. Douro Azul şirketi lüks tekne ve yatlarda bir haftalığa dek sofistike turlar sunuyor (douroazul.com). Benim gibi arabayla dolaşmak isterseniz (bol virajlı, dar ve uçurum kenarına ilişmiş yollara itirazınız yoksa) Porto’nun kuzeyinde Barqueiros’ta başlayan unutulmaz yolculuk güneyde, İspanya sınırına 300 kilometre uzaklıktaki Barca de Alva’da bitebilir.

Bakir ve otantik bu topraklarda tarihi çiftlikler, malikaneler yavaş yavaş konaklama için odalar açmaya; vadi boyunca şık restoranlar hizmet vermeye başlıyor. Bunlardan biri, Portekiz’in ünlü şeflerinden Rui Paula’nın, Régua ve Pinhão arasında nehrin kenarındaki restoranı DOC (ruipaula.com). Porto doğumlu şef DOC’u Folgosa rıhtımında 2007’de açmış. Karşısındaki otantik köylerin aksine modern bir yapıya kurulmuş restoran bölge şaraplarını tanıtmaya da adamış kendini. Öğle yemeğinde tattığımız kerevizli ve mantarlı yengeç ravyoli; sarımsaklı ve sızma zeytinyağlı ızgara ahtapot ve süt kuzusu birbirinden lezizdi. Şefin 2014’te Porto’da (Leca Palmeira bölgesinde) açtığı restoran ise daha da iddialı. Mimar Álvaro Siza Vieira, 1956’lı yıllarda Boa Nova Tea House olarak tasarladığı yapıyı 2011’de tekrar restore edince Şef Paula burayı 20 yıllığına kiralamış. Kayaların üstünde, denizden iki metre yükseğe kurulmuş ikonik yapı çok dramatik ve çok göz alıcı. Önündeki okyanustan açılıp kapanan pencereleriyle sonuna dek faydalanan Casa de Chá Boa Nova “denizden masaya” felsefesiyle yerel malzemeleri tablo gibi tabaklar, samimi bir yaratıcılık ve unutulmaz lezzetlerle sunuyor.

Vidago adında bir yer
Mimar Álvaro Siza Vieira’nın dahi kolları Portekiz’de pek çok yere uzanmış. Porto’nun 130 kilometre kuzeyindeki 100 yıllık tarihi otel Vidago Palace’ın spa’sını baştan tasarlayan mimar sayesinde yolum, bu 1100 kişinin yaşadığı sakin kasabaya düşüyor (öyle ki akşamüstü saat altıda bisikletle kasabayı turlarken bulabildiğim açık kafe sayısı iki idi). Otelin sahiplerinin buraya 12 kilometre; ağaç evlerin, eko-evlerin ve termal spa’nın olduğu Pedras Salgadas Spa & Nature Park isminde bir eko-resort’u da var (pedrassalgadaspark.com).

Portekiz kralı Carlos I tarafından yaptırılan Vidago Palace’ın (vidagopalace.com) 100 dönümlük ormanlık arazisinde göletler, üç termal su kaynağı, sekiz delikli golf sahası, etkinlikler için kullanılan bakımlı barakalar var. 2006-2010 arasında renovasyon geçiren otelin klasik mimarisi ile spa’nın minimalist çizgisi hoş bir konstrast. Otelin halıları el dokuması, balo salonu/restoran Salão Nobre’nin duvarlarını gerçek altınlı resimler süslüyor. Şef Rui Paula 2011’den beri otelin danışman şefi; belli ki o ve mimar Siza Vieira iyi anlaşıyor. Otelin termal spa’sı akupunktur doktorundan Tai Chi derslerine ve güzellik bakımlarına oldukça donanımlı. Şifalı sıcak termal suyun 40 dakika tepenizdeki duştan vücudunuzun farklı noktalarına tatlı bir basınçla aktığı, bir yandan terapistinizin size masaj yaptığı Vichy Shower hayatımda gördüğüm en güzel terapilerden. “İstanbul’da olsa bu kadar geniş araziye 70 değil en az 700 oda daha eklenirdi,” diyorum bana golf arabasında oteli gezdiren misafir ilişkileri müdürü Maria’ya. “Burası kuzey” diyor Maria. “Biz mekana ve zamana saygı duyuyoruz”.

THY, İstanbul-Porto Francisco Sá Carneiro havalimanı arası direkt uçuyor.

(Condé Nast Traveller Türkiye, Mayıs 2016)