Marta Veranda
YASAK VARSA ORTAYA ÇIKSIN!
Agora Kitaplığı’ndan basılan Marta Veneranda’nın Yasak Hikayeleri, “ayıp”, “suç” gibi kavramları sorgularken sizi, kendi yasaklarınızla karşılaştıracak.
Çiler İlhan
“.Eğer çilingir gelmeseydi kim bilir daha ne kadar ileri giderdim? İşte, beni en çok endişelendiren soru da bu.”1 Küba’nın en önemli çağdaş yazarları arasında anılan Sonia Rivera-Valdés’in 1997 yılında, Latin Amerika’nın en önemli edebiyat ödüllerinden “Casa de las Americas”ı kazanmış kitabı “Marta Veneranda’nın Yasak Hikayeleri” sizi tehlikeli sulara daldırabilir, bizden söylemesi. Cubana ve Dream with No Name: Contemporary Fiction from Cuba adlı kitapları da bulunan yazar, York Üniversitesi’nde Latin Amerika Edebiyatı Profesörü. Ayrıca, amacı, Amerika’daki Hispanik kültürün özellikle marjinal konularda eser veren yetenekli sanatçılarını tanıtmak, desteklemek olan Latin Sanatçılar Yuvarlak Masa’nın (LART) da kurucusu ve başkanı.
Kitap, Cervantes’ten Borges’e asırlardır tekrarlanıyor olsa da cazibesini yitirmeyen bir aktarma numarasıyla açılıyor: Doktora öğrencisi Marta Veneranda’nın tez konusu, insanların hayatlarındaki en ‘utanç verici’, en ‘yasak’ hikayelerdir. Dinlediği yüz yetmiş sekiz hikayeden bizim için seçtiklerini okuyacağımızı ve kitabın, eşcinsel öyküler toplamından daha derin bir lezzet sunacağını ilk sayfadan anlarız: “.kişinin geçmişinde yaşadığı bir olayı saklama nedeni, olayın kendisinin toplumsal açıdan kınanacak bir olay olması veya kimi zaman hafif, kimi zaman ağır bir suç unsuru barındırması değil, daha çok bireyin o olayı algılama ve deneyimleme biçimidir.” (s. 1-2)
Küba, Peru, Meksika, Romanya, Dominik Cumhuriyeti, İtalya, İrlanda gibi ülkelerden çeşitli sebeplerle Amerika’ya gelmiş/kaçmış/sığınmış karakterler bize birbirinden farklı kültürel, seksüel dinamikler ulaştırmakla kalmıyor, Anglo-Amerikan ve Latin kültürleri arasındaki gerilimlere, çelişkilere de ayna tutuyor. Mikroskoba bakmaktan gözleri bozulan, günde sekiz saat pudra solumaktan akciğerleri tahrip olan göçmen işçilerse Amerikan Rüyası’nın kimileri için sadece rüya olarak kaldığını söylemek ister gibi.
Dokuz öykünün en dikkat çekici ortak izlekleri arasında, neredeyse her öyküde karşımıza çıkan anne figürü; şımartılmış Kübalı çocukların Amerika’daki maceralarının başında yeni ülkeye alışamaması; Katolikliğin insan hayatının farklı alanlarındaki etkileri sayılabilir. Birbiriyle karakterler, olaylar aracılığıyla bağlantı kuran dokuz öyküden “Aynı Yakada Beş Pencere” ve “En Yasak Hikaye”nin otobiyografik özellikler taşıdığını düşünmeden edemiyor insan. “En Yasak Hikaye” hem en otobiyografik, hem de tüm öykülerin en içteni, en ruh çıplağı olduğu için “en yasak” olmalı: “.Bir sevgilim olmadığı zaman yaşadığım huzursuzluğun ve boşluk duygusunun kaynağı.şu adam ya da bu kadın yüzünden hissettiğim yalnızlık duygusu değildi; kendi içimde kök salmış bir yalnızlık duygusuydu.” (s. 162) Bu öyküdeki kahraman-yazar kendi hikayesini Marta’ya anlatırken ara sıra işe karışarak post modern yazım tekniklerine göz kırpıyor. Son öykünün, ilk öykünün devamı/bitişi niteliğinde olması ise okurun damağında neredeyse roman okumuş tadı bırakılmasını sağlıyor. Her yasak hikaye ayrı bir kişi tarafından anlatıldığı için ben, her öykünün az da olsa farklı bir dille yazılmış olması arzuma yenildim; “Minik Zehirler” bu açıdan en tatmin edici olanıydı. Altmış altı yaşındaki yazar, En Yasak Hikaye’de anlatılana benzer bir şekilde kadınlara olan ilgisini üç çocuklu bir evlilikten sonra keşfetmiş. Ve yine aynı şekilde, şu anda kendinden otuz yaş küçük Kübalı bir yazar sevgiliyle yaşıyor. Bu durumun, çoğu homoseksüel ilişkinin sahip olduğu iddia edilen hiyerarşik yapısında baskın eşin, genel olarak daha yaşlı, daha eğitimli, sosyal açıdan daha yüksek bir mevkide olduğu savına örnek teşkil ettiği söylenebilir, ama “kaydettiği hikayeleri bilimsel bir veri bütününden ziyade, insan ruhundaki çelişkileri yansıtan büyüleyici anlatılar olarak görmeden edemeyen” yazar-Valdés, akademisyen-Valdés’e baskın çıktığını zaten bize en başta söylemişti.
Kahramanlarından birine “.Bana göre mutluluk, kişinin kendi hayatının kontrolünü ele geçirmesi anlamına gelir ve gördüğüm kadarıyla bu gerçekten mümkün.” (s. 180) dedirten Valdés, hayatının dizginlerini eline alan kahramanlarını umuda, mutluluğa bırakıyor; kendi ruhları yerine acı çektiği, zevk almadığı durumlara, tercihlere tutunanlarına da cinayet işletiyor veya onlara sönük, umudun olmadığı bir son yakıştırıyor. Valdés’in içindeki meraklı, gerektiğinde yazma uğruna yaşam anlarını feda eden haylaz yazarı satırlarda sık sık bulmaksa başka bir keyif: “.Sevişmenin en hararetli noktasında, kalemi kaptığım gibi bir masaya oturup duyduğum sözcükleri kağıda dökmenin hayalini kurardım. Tabii bu şartlar altında havaya girmek mümkün mü?…” (s. 133)
Okuru göçmüşlerin, dışlanmışların Amerika’sı ve onun türlü dertleriyle boğuşturan; uçtakilerle, alttakilerle, muhaliflerle tanıştıran; yer yer gülümsetip çokça sarsan, keyifli bir okuma deneyimi bu kitap. Bizi,içimizdeki her türden dehlize inmek için kışkırtan, sadece cinsel değil, her alandaki seçimlerimizi gözden geçirip “nilüferleri, süsenleri” görmemiz için teşvik edip, kavramlara meydan okuyan bir kitap.
1 Sonia Rivera-Valdés, Marta Veneranda’nın Yasak Hikayeleri, , Çev. Sanem Öge (İstanbul: Agora Kitaplığı, Ocak 2005), s. 34 (Bundan sonraki alıntılar metinde parantez içinde verilecektir.)
(Time Out İstanbul, Şubat 2005)