Taşa Değen Su
SUYU KESEN TAŞ
Çiler İlhan
“Oysa gece göğünün tohumları Tibet’te büyürdü..” Çin 1949’da, feodal rejimden kurtarmak ve özgürleştirmek adına Dünya’nın Çatısı’nı istila etmeden önce. Altı binin üstünde manastır, tapınak asker botlarıyla çiğnenmeden, rahiplerin başparmakları tespih çekemesinler diye kesilmeden, antik çağ sanatı tahrip edilmeden önce. Eliot Pattison‘un Çinli kahramanı Shan Tao Yun, serinin ilk kitabı Kafatası Mantrası’nda Tibet’te içimizi yeterince acıttıktan sonra “Taşa Değen Su“da bizi bu kez Xin Jiang Uygur Özerk Bölgesi’nde hayvanları ağıllara, kendileri betonlara kapatılan Uygur ve Kazaklarla tanıştırıyor.
Uluslararası avukatlık eğitimi almış 1971 doğumlu Eliot Pattison’ın uluslararası iş stratejileri ve yasal konular üzerine yazarlığını/editörlüğünü yaptığı altı kitabı çıkmış. Pattison’un ilk kurgu eseri Kafatası Mantrası ise yirmi yayın evi tarafından reddedilip nihayet basıldığında, En İyi İlk Roman dalında Edgar Ödülü kazanmış, tarih Mayıs 2000. Yabancı ülkelerde yatırım yapan şirketlere hukuksal danışmanlık vererek bir anlamda global kapitalizm çarkının dönmesine yardımcı olan Pattison’un, iş gereği Çin’e sıklıkla yaptığı ziyaretlerin ardından sömürü karşıtı kitaplarla karşımıza çıkması oldukça ironik. Biz şaşıraduralım, O, Pensilvanya’da karısı, çocukları, atları, köpekleriyle yaşayıp boş zamanlarında duvar örmeye devam etsin. O duvarını örerken de biz kitaplarına göz atalım. Pekin’in Ekonomi Bakanlığı eski müfettişi yoldaş Shan’ın maceraları dört kitapta buluşuyor bizimle. Kafatası Mantrası ve Taşa Değen Su’nun Türkçe baskılarına ulaştık. Serinin devam kitapları Kemikten Dağ ve Güzel Hayaletler de yine Artemis Yayınları tarafından basılacak.
Onu tanıdığımızda Müfettiş Shan kendini, araştırmaları tepedekilerin menfaatleriyle çakıştığından Tibet’te, bir çalışma kampının yol yapım ekibinde mahkum olarak bulmuştu. Kafatası Mantrası’nda Yoldaş Mahkum Müfettiş, yozlaşmış partililerin kirli işlerini meydana çıkarıp gayri resmi bir şekilde, geçmişsiz, kimliksiz, Lhadrung Eyaleti sınırlarında kalmak koşuluyla serbest bırakılmıştı. Taşa Değen Su’da Shan, ücra bir tapınakta sessiz sakin yaşarken lamalardan gelen istek sonucu bizi, Uygurlar, Kazaklar, Tacikler, Tibetli direnişçiler, Çinliler, kaçakçı Ruslar, huzur arayan Amerikalılarla karşılaştıracağı Xin Jiang’a götürür: Bir lama kayıptır, bir öğretmen öldürülmüştür. Ve olay gayet tabii daha karışıktır; öğretmenin yetim öğrencileri, sanıyoruz ki bir iblis tarafından tek tek katledilmektedir. Böylece yeni tehlikelere balıklama dalarız ikinci sayfadan, “..atını çılgın gibi süren biri..”yle. Beklemeye gerek yok; Pattison, aydınlanma yolunda kaybolma riski taşıyan kendi hayaletini, Himalayalarda ruhunu bulma sevdasıyla istemeden kirli işlere bulaşıp intihar eden zengin Amerikalı’nın bedeninde bırakıp, daha cüretli ve kararlı versiyonunun peşinden sürükledi bizi ne de olsa yeni macerasına.
“…küçük çocukların varsa dev oyuncak mağazlarına gidip pahalı plastik şeyler alırdın. Çocuklar biraz büyüyünce başka bir mağazadan pahalı elektronik şeyler alırdın… Hangi mağazalardan alışveriş yaptığına göre varlığını ve sürüdeki yerini belirlerdin…. Çocuklar televizyon seyretmenin yaşamsal bir zorunluluk olduğuna inanarak büyüyor ve bütün kültürel altyapılarını reklamlardan ediniyorlar”.
Sanırım, yazarın Kafatası Mantrası ile başlayan seriyi kusup yoğurmasının ardındaki motivasyon bu. Kutsal Himalayalara bu denli sık ziyaret kaçınılmaz aydınlanmalar getirecektir elbet! Yazar, ikinci kitabında kendinden daha emin, biraz da ısrarcı. Tekrarlanan zulüm hikayeleri, çeşitli kahramanların kişiliklerine uymayan dillerle verdiği tarih dersleri, satır aralarına mümkün olan en fazla bilgiyi sıkıştırma endişesi edebi bütünlüğü bozuyor. Kafatası Mantrası sanki daha saf bir güdü, daha bütüncül bir yaklaşımla yazılmışken Taşa Değen Su zaman zaman uzayıp sarkıyor. İlkinden daha zengin bir dünyayla karşılaştığımız gerçek, ama tuğla gibi kitaplar yazıp da içinden yalpalamadan çıkmak her yazarın harcı değil.
Taşa Değen Su’da her çözülme, cevabı bulunmuş her soru bize yeni çıkmaz, yeni bir gerilim sunuyor. Shan’a kitap boyunca eşlik eden Cesur Kazak kadın Jakli’nin düğününün de yapılacağı at şenliği, göçebelerin hayvanları tamamıyla ellerinden alınmadan biraraya gelebilecekleri son nadam. Şenlik vakti yaklaşıp sayfalar azalırken Jakli’nin evlenip evlenemeyeceği, tehlikede olan çocukların buraya tek parça gelip gelemeyeceği, kötü adamların ne şekilde buyur edeceği gibi pek çok mesele birbirine bağlanıyor; kurguya iyi hizmet eden bir nadam bu.
“Halk, ejderhaların peşine düşmez. Ejderhalarla savaşanlar sadece rahiplerin kutsadığı özel savaşçılardır“. Kutsanmış savaşçımız Shan, kaçma fırsatı varken kendi geleceğini iki kez feda edip kurtarıcılığa soyunması bakımından gerçek bir kahraman. “Shan şimdi giderse, ne kadar uzağa kaçarsa kaçsın, asla ölen çocuğun kendisine sessiz ve dehşetli bir şaşkınlıkla bakan korkunç görüntüsünden kurtulamayacaktı…”. Shan’dan sonraki en önemli karakter Tibetli rahip Lokesh ise iyi dikilmemiş gibi. Pattison sanki, Shan’a yakıştıramadığı tüm duygusallığı ona yüklemiş. Ermiş bir rahipten beklenmeyecek kadar çok inleyip ağlıyor Lokesh kitap boyunca. Yazar, bir ropörtajında, “Tibet’i anlatmakta bana yardım edeceği için Lokesh’i ilginç kılmalıydım” demiş ama karakterini sıkıcılıktan uzaklaştırmaya çalışırken inandırıcılıktan da uzaklaştırmış. Cinayetleri çözmek, daha da önemlisi hayatta kalmak için iki kitapta da üst mertebeden iki Çinliye (Albay Tan ve Savcı Xu) güvenmekse, sistemde tamamıyla kokuşmamış Çinli yoldaşların da bulunduğunu söylemek olmalı…
Dilin, iktidar tarafından dönüştürücü kullanımı ve itaat eden kul yaratma yöntemleri açısından kitap, yer yer Orwell’in unutulmaz 1984’ünü hatırlatıyor. “Gendun gibiler için özel yerler vardı. Işıksız ve soğuk yerler… Parti psikiyatrlarının gerici rahiplerden yeni, minnettar proletaryalar oluşturduğu…” “..Parti Kahramanlarına Övgü Oturumları’nın on dakika içinde başlayacağı açıklanıyordu…”. Asimilasyon yöntemlerini gizleyip taçlandıran süsü bol tanımlar, tamlamalar; “Yoksulluğu Yok Etme Projesi, Kültürel Bütünleşme Programı, Ayarlama Dönemi, Halk Yeniden Eğitim Merkezi..” derken yaşlı budistlere katılmadan edemiyoruz: Sözcükler, silahların en tehlikelisidir.
Roman, okumadan farklı beklentileri olan pek çok kişinin ilgisini çekebilir: Siyaset, tarih, gerilim, polisiye, biraz antropoloji, biraz sosyoloji, etik çıkarımlar ve kaçınılmaz gözyaşları… Yazarın Tibet budizmi hakkındaki bilgisi şaşırtıcı; oralara yapılan onbeş-yirmi seyahatten fazlası var satırlarda.
Kitap biter, insanın insana zulmü bitmez. Kaydetmek, yönetmek, eritmek, gerektiğinde kolayca bulup savaştırmak için dağlarından, çöllerinden kopartılıp rezervasyonlara, dört duvara tıkılan Amerika yerlileri, Avustralya Aborjinleri, Tibet rahipleri, Kazak göçebeleri, pek çokları… Kitap, en azından bir yerlerdeki o birilerinin sesini duyuruyor bize. Belgelerin üstündeki soğuk rakamlardan çok daha gerçek ve daha insancıl bir yaklaşımla.
(Kitap-lık, Aralık 2006)