Ayfer Tunç
SAKLININ SONRASI EVVELİN EVVELİ
Ayfer Tunç’un yeni kitabı “Evvelotel”, “aynı kitabı defalarca yazmak deneyimi ilginç olabilir” düşüncesiyle ortaya çıktı. Bur türden bir arayışın sonucu olan “Evvelotel”, on sekiz öyküden oluşuyor.
Röportaj: Çiler İlhan
Ayfer Tunç, çoğunluk için keskin, hüzünlü, eğlenceli “Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek” kitabının yazarı. Ama iyi edebiyat okuru için yıllardır var; 1989’da Yunus Nadi Öykü Armağanı’nı kazandığı “Saklı” isimli kitabından beri. Sonra “Kapak Kızı”, “Mağara Arkadaşları“, “Aziz Bey Hadisesi”, “Ömür Diyorlar Buna”, “Taş-Kağıt-Makas”; ayrıca radyo oyunları, senaryolar ve kurmaca olmayan başka eserler…
Son bebekse bir öykü kitabı: “Evvelotel”. Bilenin sevip de bırakmadığı o Ayfer Tunç gözlemi, zekası ve edebi zarafetiyle dolu, gerilimi ince ince örülmüş, merak ettiren, zaman zaman kalp ağrısı duyuran, bazen hüzünle karışık bıyıkaltından gülümseten on sekiz öyküden oluşuyor. İki bölüm olan kitapta hoş bir sürpriz de “Saklı”; yarısında anlayacaksınız. Ayfer Tunç’un yeni kitap koşuşturmasında biz de kendimize ufak bir yer açtık ve sorduk:
Her yeni kitabınızda aynı heyecanı duyuyor musunuz? Kitabınızı raflarda görmek, okurlardan yorumlar gelmesi, kitabınız hakkında konuşulması nasıl bir duygu?
Her yeni kitaba başladığımda heyecan duyuyorum. Bittiği konusunda kendimi ikna ettiğimde de duyuyorum. Ama kitabımı raflarda gördüğüm zaman genellikle yabancılaşıyorum, sanki benim yazdığım bir kitap gibi gelmiyor. Okurların yorumlarının beni memnun ettiğini söylemeliyim, özellikle beklemediğim yorumlar. Yazdığım bir cümlenin başka bir zihinde nasıl bir algı kapısını açtığını görmek çok hoş.
Son öykü kitabınız Evvelotel… Nasıl bir yazı serüveni oldu?
Bütün hikâye 2002’de Hayalet Gemi dergisinin “son” temalı son sayısıyla başladı. Çok sevdiğim ve ne yazık ki son birkaç yılında ufak katkılarda bulunabildiğim Hayalet Gemi‘nin son sayısına bir metin yazmayı düşünüyordum. “Saklı” ilk yayımlanan öyküm olduğu için, HG’nin son sayısında onunla ilgili bir şey yapmak istedim. “Saklı”daki Süslü Yenge’nin ikinci kocası Zembilli Göçmen’in oğlunun hayatını düşündüm, bu macera başkalarının gözünde nasıl bir iz bırakmış olabilir? Soru buydu. Ama bu yaklaşım o sırada bir projeye dönüşmedi. Ardından “Önemsizlik” adlı öykümdeki Madam Delareyna’yı kurcalamaya başladım. Edip Cansever’in Bezik Oynayan Kadınlar adlı şiir kitabındaki müthiş dize “Bir gün herkes kendisi olsun” dizesi de o hikâyeye kaynaklık etti. Derken, yine Saklı‘daki “İhtilaller Neye Benzer” adlı öyküme egemen olan duygunun bir tür kibir olduğunu fark ettim, bu nedenle onun karşılığı olan “Kibir”i yazdım. Sonra bir de baktım ki, kitap bir projeye dönüşmüş…
Ve Saklı‘daki öykülerin sandıkları açıldı, hikayeleri zenginleşti, kahramanların ardlarına düşüp onları yeni diyarlarda gezdirmeye başladınız…
Edebiyat karakterleri dolaşıma girdikten sonra, hem okurların hem yazarın zihninde yaşamayı sürdürür, en azından benim zihnimde sürdürüyor. Hatta Aziz Bey Hadisesi adlı kitabımın son öyküsü olan “Kırmızı Azap” edebiyat karakterlerini, yazarın zihninde bağımsızca yaşamayı sürdüren karakterlere dönüştürmeyi anlatır. Dolayısıyla benim yazdığım karakterlerle işim hiç bitmez. Saklı benim ilk kitabım, yirmili yaşlarımda yazdığım öykülerden oluşuyordu. Zaman içinde Saklı‘nın tüm karakterleri değilse bile bazıları kuvvetlendi, bazı temaları da düşünce dünyama paralel olarak gelişti, o temaları tekrar yazmak, başka bir açıdan ele almak istedim. Bu çok yadırganacak bir durum değil aslında, bazı yazarlar birkaç tema çevresinde gezinmişlerdir hep. Yazdıklarını kazıdığımız zaman hep aynı meseleyi işlemiş olduklarını görürüz. Örneğin Ahmet Hamdi Tanpınar bütün yapıtlarında Doğu-Batı meselesini odağa yerleştirir. İranlı ünlü yazar Sadık Hidayet için de benzer şeyler söyleyebiliriz. Ya da ünlü Fransız yönetmen Claude Lelouch’u hatırlayalım. En ünlü filmi Bir Kadın Bir Erkek‘tir, aynı hikayeyi farklı zaman ve zeminlerde birkaç kez çekmiş ve birbirinden çok farklı filmler ortaya çıkarmış. Aynı kitabı defalarca yazmak ilginç bir edebi deneyim olabilir örneğin. Bu türden bir arayış diyebilirim Evvelotel için.
Saklı’daki öyküleri ilk halleriyle, onlara hiç dokunmadan mı bastınız?
Ufak tefek nokta virgül düzeltmeleri sayılmazsa evet. Değiştirilmiş tek bir cümle bile yok.
“Serim-Düğüm-Çözüm” isimli öykünüz Evvelotel‘den Saklı‘ya; şimdiden geçmişe; yazardan editöre köprü atıyor, okuru şaşırtıyor. O öyküyü o şekilde kurgulamanızın sebebi neydi?
Şaşırmış olduğunuza sevindim. Çünkü öyküden çok deneme formuyla yazdığım bir metindir “Serim-Düğüm-Çözüm”. Evvelotel‘in içerdiği fikri ortaya koymak amacıyla yazdım. Evvelotel söz konusu öykünün yaptığı gibi, eski metinler üstüne yeni yazılmış metinleri içeriyor, evvelce yazılmış bir metni yeniden yazan veya izini süren karakterleri anlatıyor. “Serim-Düğüm-Çözüm” Evvelotel‘in anafikridir bir bakıma.
“Tevekkül” isimli öykünüzün kahramanı bir diğer kahraman için; “Kendinden bahsetmeyi sevmiyor, ama insan kendinden başka ne anlatabilir ki?” diyor. Öyle mi?
Öyle. Hikaye anlatma konusunda beni çok etkilemiş olan, çok sevdiğim İsviçreli yazar Max Frisch diyor ki: “Ben hayatımı kendimden sakladım. Bu hikayelerde kendimi ortaya koydum, biliyorum tanınmamacasına. Hep yalnızca kendimi anlattığım bile doğru değil. Ben kendimi asla anlatmadım. Kendimi yalnız ele verdim.” Anlattığımız hiçbir şey benliğimizden uzak değildir. Bizde olan bir şeyi saklar veya ele veririz. İster açık edelim, ister tanınmaz hale getirelim, ister içimizdeki ifşa edelim, sonuçta bizde olan bir şeydir bu. Kendiyle bir meselesi olmayan, (mesele sözcüğünü ille de olumsuz bir içerikle düşünmeyin) kendiyle didişmeyen insan bence yazma ihtiyacı duymaz. Yazıyorsa, kendinin en azından bir parçasını didikliyor demektir.
Öyküleriniz, gerçek hayatta saklamaya çalıştıklarımızın üstünü zarif ama kararlı bir biçimde kaldırıp kaldırıp duruyor. Aile sırları, gündelik yalanlar, hırslar, kıskançlıklar… Son derece sağlam psikolojik ve sosyolojik gözlemler eşliğinde…
İnsanın hem toplumsal hem psikolojik bir varlık olduğuna dair basit bilgiyi vurgulamak isterim. İnsan bir açıdan bakıldığında toplumdur ve toplumun bir kararı bile, insanı değiştirme gücüne sahip olabilir. Örneğin bize karmaşık geldiği veya sonuçlarını kestiremediğimiz için pek ilgilenmediğimiz basit bir ekonomik karar bile bir değişim sürecinden sonra kişiliğimizi etkileyebilir. Bir Maniniz Yoksa…’yı yazdığım sırada bireyin toplumsal koşulların içinde, farkında olmaksızın değişebildiği düşüncesi beni epeyce meşgul etti. Tutumluluk çağından tüketim yıllarına geçmiş olmamız, bu değişimin sancıları o günlerden bugüne başka bir toplumda yaşadığımızı, aslında toplumla birlikte bizim de değişmiş olduğumuzu bir kez daha düşündürdü bana. Çünkü insan kendi bilinci ve bilinçdışıyla, kendi tarihi ve hafızasıyla sınırlı bir varlık değildir, ait olduğu toplumun bilinci ve bilinçdışı, toplumun hafızası bireyi yapan unsurlardır. Dolayısıyla hem sosyoloji, hem psikoloji insanın macerasının izini sürmekte vazgeçemeyeceğimiz temel araçlardır. Yazarlar bu araçları elbette bilimsel metotlarla kullanmaz, ama sezgisel bir tavırla tespit ettiğini kimi zaman bu araçlarla sınayabilir.
Sizi, “Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek” isimli kitabınızla tanıyan okurlarınız öykü kitaplarınıza nasıl yaklaşıyor? O kitapla çok geniş bir okur kitlesine ulaştınız ve öykülerinizin hazmı hem duygusal, hem de edebi anlamda herkes için kolay değil…
Bir Maniniz Yoksa…’nın okurları doğal olarak öykü kitaplarıma yaklaşmadı bile. Çoğunun, ki bu çoktan kastım epeyce çok, kitabın yüz binden fazla sattığını dikkate alırsak, doksan bini diyelim, muhtemelen o dönemde sadece Bir Maniniz Yoksa…’yı okumuştur ve bu doksan binin de tahminimce seksen bini başka kitaplarımı okumayı düşünmez. Bu da doğaldır. Çünkü Bir Maniniz Yoksa… bilinçli bir şekilde edebi bir dil yerine, bir tür kayıt diliyle yazdığım, kitle kitabı olmasını beklemediğim ama öyle olan bir kitaptı. Bir kuşağın tarihi olduğu için kitlenin dikkatini çekti. Ardından yayımlanan Taş-Kağıt-Makas iyi edebiyat ölçütleriyle kaleme alındı, o zorlayıcı bir kitaptır, okurdan katkı bekler, çeşitli okuma önerileri sunar, bu niteliğiyle de en azından edebiyat kavramına aşina olanlara hitap eder. Ben de öykü kitaplarımla iyi okura hitap etmek isterim.
Saklı‘daki öyküler Evvelotel‘de katman katman açılıyor, derinleşiyor, zenginleşiyor. Dil de, kurgu da doğru fıçıda, doğru sürede beklemiş şarap gibi insanın damağında ayrı bir lezzet bırakıyor… Yazar, yazıp yaş aldıkça yıllanıyor sanırım…
Saklı‘yı da içeren Evvelotel‘in edebiyat anlayışımın geldiği noktayı göstermesi açısından, evet, Evvelotel‘in bu türden bir tarafı var. Kimileri bunu bir küstahlık olarak da görebilir. Bugün Saklı‘nın çok nahif, daha acemice bir kitap olduğunu görüyorum. Ama yazmak yaşamak gibidir, yazı da yazarıyla birlikte doğar, yaşar, yaşlanır, yazarının ölümüyle de ölür.
Kitabınız karakter zengini… “Kanadındaki büyülü tüyü kaybeden kuğu”lar, “uydurabildiği kadar olanlar”, “yanlarında hep neşeler gezdirenler”, “çocukluğu sakladığı yerde solanlar”, “yazabilse kendi olacağını sananlar”… Öykü, romanın aksine daha az karakter barındırma özgürlüğüne sahipken siz pek çok fikri ete kemiğe büründürüp canladırıyorsunuz… Bilinçli bir tercih mi bu yoksa yaşama yaklaşımınızın edebiyatınızdaki izdüşümü mü?
Tek bir kişi, hatta çok kısa bir an üstüne bir öykü inşa edebilirsiniz, çok kişili öyküler pek alışılmış değildir. Ama bir roman da az kişili olabilir. Örneğin Anayurt Oteli. Pek az karakter içeren bir romandır biliyorsunuz. Yazdıklarımın çok kişili olmasının sanırım ‘an’ öyküleri değil, uzun zamana yayılan “hikayeler” anlatmamla bir ilgisi var. Bana edebiyat nedir diye soracak olsanız, konsantre edilmiş hayattır demek isterim. Konsantre biliyorsunuz öz’dür, ama hayatın kendisi konsantre değildir, hayatımızın aylakça geçen, kayda değer olmayan tarafları vardır. Hayatın bu boşluklarını hikaye etmek gereği duymayız. Öte yandan, her ne kadar insanlığın ürettiği büyük düşünceler ve dinler varoluşumuza bir anlam vermeye çabalasa da, milyonlarca yıl yaşındaki gezegen üzerinde geçirdiğimiz çok kısa zamanın büyük bir amaca yönelik olduğunu düşünmek bana pek anlamlı gelmez. Sınırlı ömürleri içinde kişilerin amaçları olabilir, ama hayat dediğimiz şeyin bir amacı yoktur, hayatın amacı hayattır. Edebiyat belli bir amacı olmayan bu hayatı bir düşünce silsilesi içinde yorumlamayı, anlamlandırmayı amaçlar. Bu da bizim bitmeyen bir hikayeyi yazdığımız ve o hikayenin içinde bulunduğumuz anlamına gelir.
Bazı durumlar oldukça trajik ama (kara) mizah yandan göz kırpıyor bize. Özellikle “Hiçbir Hikaye Göründüğü Kadar Temiz Değildir”de aile büyüklerinden birilerini yaşı dolayısıyla devamlı kaybeden kahraman “Aile Büyüklerinden Biri Öldüğünde Yapılacak İşler” listesi hazırlıyor ya da birden karşımıza dikilip Salinger’vari bir biçimde “Ölümlere alışığımdır, ölüm arsızıyımdır, hoşlanırım ben ölümden..” diyor. Mizah hem metnin, hem de sizin yaşamla başa çıkma yollarınızdan biri mi acaba?
Hayat bir karşıtlıklar bütünü ise, ki bence öyle, trajedinin varlığını komedi vurgular. En koyu dramın içinde bile mizahi bir ton bulunur, karşıtlıkların bu dengesi metinleri kunt hale getirir. Karanlık metinler yazıyorum, melankolik atmosferler kuruyorum, mizah çok sık yararlandığım bir araç değil, keşke yararlanabilsem. Öte yandan hayatın başa çıkılması gereken bir şey olduğunu da düşünmüyorum pek. Başa çıkılması gereken attığımız yanlış adımların yarattığı sonuçlardır. İnsanlar bunlarla başa çıkmak için mizahtan daha fazla yararlanabilseler hayat yaşanmaya değer olur. Ama ne yazık ki çok az insan kendine gülebilir. İnsanlar sorunlarıyla başa çıkamadıklarında kendilerine gülmek ve durup hayatlarına bakmak yerine, genellikle suçu kaderde ararlar ve yine çoğunlukla yeni bir yanlış adım atarlar.
Çalışmadığınız zamanlar neler yapıyorsunuz, nasıl dinleniyorsunuz peki?
Dinlenmek hakkında pek düşünmedim doğrusu, dinlenmekten anladığım dostlarımla birlikte olmak galiba…
Dinlenmek hakkında düşünmediyseniz o zaman: Yazmaktan başka kesinlikle vazgeçemeyeceğiniz şeyler/nesneler/durumlar var mı diyelim?
Birçok şey söylemek mümkün, çoğu da klişe olur söyleyeceklerimin. Ama birini söylemekle yetineyim. İstanbul. Vazgeçemeyeceğim şeyler listesinin başında gelir.
Daima mı?
Her sabah sokağa çıktığımda, İstanbul’da yaşadığım için şükrediyorum. Belki de hayatta en çok bunun için şükrediyorum. Bütün sorunlarına, dertlerine, içinden çıkılmaz hale gelen keşmekeşine rağmen İstanbul’da yaşamanın bana bahşedilmiş en büyük hediye olduğunu düşünüyorum. Bu, anlatmakta zorluk çektiğim bir sevgi, beni okumak kadar besleyen bir şey İstanbul’da yaşamak. Ama bir yandan da çok içim acıyor İstanbul için. Çözülmeyen ve çözülmeyecek gibi görünen sorunları açısından değil, bu birkaç bin yıllık ve eşine az rastlanır güzelliğe ve ruha sahip şehrin yakın tarihini ortaya koyan karakterli sokakları, yeni zenginlik arzusuna teslim olduğu ve birer birer yok olduğu için.
Evvelotel/Ayfer Tunç/Can Yayınları
(Sabah Kitap, 19 Nisan 2006)