Asos

Athena Tapınağı’nda kalanlar: Güneş gözlüğümün köpeklerim tarafından kemirilmiş kabı. Mini boy not defteri. Ruhum. Çiler İlhan anlatıyor

Ruhunuzu Assos akropolünde bırakmaktan siz de çekinmeyin, keyfi yerinde olacaktır çünkü: Behramkale, antik adıyla Assos, Çanakkale’nin Ayvacık ilçesine bağlı, denizden yaklaşık 200 metre yüksekte. Ve, özellikle bulutsuz havalarda sadece birkaç kulaç yakın görünen Midilli Adası kadın ozanı Sappho’nun dediği gibi; “Atların otlağı çayır, yoncalar / çiçek açar, bal kokuları eser” bir yer.

Ayvacık’tan, oldukça dar, oldukça virajlı ama kesinlikle sersemletici güzellikte manzaralı asfalt yoldan geçilerek Assos’a varılıyor. Önce antik kentin tersine, tepenin kuzeye bakan yamacında denize arkasını görecek şekilde gelişmiş üst köy karşınıza çıkacak; akropolü, nekropolü, zamane evleriyle. Oradan İskele’ye (antik Liman’a) iki kilometrelik yol daha var; bu taş yol da virajlı, manzara yine göz alıcı. Batıda Babakale’ye, doğuda Küçükkuyu’ya dek  sakin sahiller uzanıyor, orasına burasına köyler serpiştirilmiş.

Akropol, nekropol, liman tabii, mutlaka gezilecek ama şanslıyız; ev sahibimiz, sofistike ve eğlenceli rehberimiz 25 yıllık Assos’lu, Assos’un bugünkü turistik/popüler konumuna gelmesinde oradaki kazıları başlatarak bir nevi sebep de olan Prof. Dr. Ümit Serdaroğlu. Assoscu, mimar, arkeolog, öğretim görevlisi. Kazı ve onarım geçmişi oldukça kabarık; en son, İstanbul surlarının Belgrad Kapısı’ndan başlayarak kara, Marmara ve Haliç surlarının onarım projeleri var geçmişinde ve tabii, güzel Assos: 1981 yılından beri Kültür Bakanlığı adına Assos kazı ve onarım çalışmalarını sürdürüyor Ümit Bey.

Kendisinden dinlediğimiz, kitabından okuduğumuz kadarıyla kısa bir Assos tarihi:
Osmanlı topraklarına katılana dek birçok uygarlığa ev sahipliği yapmış Assos. İlk sakinlerinin kim olduğu kesin olarak bilinmese de bilinen, kentin, İlk Tunç Çağı’ndan beri iskan edildiği. Eski adının Pedasos olduğu ve Assos adının ondan geldiği ileri sürülüyor. Bugünkü adı Behram, Assos’a görevli gelen Bizanslı subay Makhram’ın adının değişmiş şekli. İsim konusunda köyde de farklı kişilerden farklı efsaneler dinledik ama biz, arkeolog söylencesine inanmayı tercih edeceğiz.
Güney Troas, M.Ö. 7. yüzyılda Lesbos üzerinden gelen Aioller tarafından iskan edilmiş. Bu arada, Methymnalı göçmenler yerleşmiş Assos’a, köyün asıl gelişimi de bu tarihten sonra, o halde çok iyi etmişler. Assos daha sonra paylaşılamayan Hint kumaşı gibi, elden ele geçmiş: Lidyalılar, Persler, derken Büyük İskender. Büyük komutanın gelişiyle bağımsızlığını kazanmış kazanmasına ama, yine gelmiş Persler fakat durun! Tarih 387, şahıs banker (Kastelli değil) Eubolos, iş: “Ben, Assos’un hakimiyim” demek. Bu da bizi meşhur filozof Aristo’ya taşıyacak bağlantı: Eski köle Hermeias, Eubolos’u öldürerek yönetimi ele geçirince. Platon’un öğrencisi Hermias, 348-347 yıllarında Aristo’yu Assos’a davet etmiş, kuzeni Pythias’la evlendirip hayırlı bir işe vesile olmuş. Ama Assos daha sonra yine (affdersiniz) orta malı; sırasıyla Perslerin, Galyalıların, Bergama Krallığı’nın, Romalıların hükümdarlığını görmüş; kent olarak asıl gelişmesi ise Roma idaresindeyken. Sürekli olarak Türklerin yönetimine girme tarihi, 1330.
Assos, Hristiyanlar için dini önem taşıyor: En erken Hristiyanlığı kabul eden Batı Anadolu kentlerinden biri. En büyük etken, St. Paul ve St. Lukas’ın ziyaretleri. Bir de ticari önemi var ki o da, Truva kaynaklı ticaret yolunun üstünde oluşundan geliyor.

Assos ve civarı, İstanbulluların 1980’lerden itibaren keşfedip yerleşmeye başladığı yerler. Ayağımızın tozuyla Assos’a bile girmeden gezip gördüğümüz Adatepe ve Büyükhusun, bu ilgiden en çok pay alanlar. Önce Adatepe:
Mimari dokusunu hiç bozulmadan koruyabilmiş nadir Ege köylerinden olan Adatepe, doğasıyla, taş evleriyle gerçekten enfes. 1989’da SİT alanı ilan edilmiş. Bizi girişte görüp (elindeki portakal torbalarıyla birlikte) tepeye çıkaran Günay Bey’e göre “hırçın güzellik”. Güzel olduğu kesin, hırçınlığı da sarp kayaların üstünde kademe kademe kurulmuş olmasından. Köye tepeden bakmak oldukça ilginç; üst kısımda cumbalı, Türk mimari yapısına sahip evler, yarıdan itibaren bıçak gibi kesilerek değişen mimarisiyle Rum evleri. Kışın 20 hanede aşağı yukarı 80 kişi yaşayan köy halkı, yazın Taş Mektep’in de katkısıyla kalabalıklaşıyor. Adatepe Taşmektep’te, Temmuz-Ağustos aylarında felsefe, edebiyat, sanat,  sanat tarihi alanlarında seminerler düzenleniyor, değişik disiplinlerde çalışan sanatçıların da serbest atölye çalışmaları var. (www.tasmektep.com  (0212) 227 64 67 / (0286) 752 59 99) Köy halkından kimisi büyük şehirlere gitmeyi tercih ederken İstanbulluların ’80’lerde keşfettiği köy, özellikle sanatçılara cazip geliyor. Satın alınan harabeler, geleneksel mimariye sadık kalınarak restore ediliyor. Orhan Pamuk, Cevat Çapan, Ayla Algan, yazı burada geçiren sanatçılardan bazıları. Zihnimizdeki geleneksel köy imgesinin içini burada doldurmak zor; çoğu İstanbul yaşayanından düzgün Türkçeleri, çağdaş giyimleri, Taş Mektep’i, ünlüleriyle burası kendine has ve kesinlikle görülesi, kalınası bir yer.

Büyükhusun’u ise görmeden olmaz. Hem çok güzel, hem de gurur duyduğu bir evi var: Mimar Han Tümertekin’in tasarımını yaptığı B2 Evi. Yedi projenin paylaştığı 2004 Ağa Han Mimarlık Ödülleri’nin sahiplerinden biri. Bilsar Tekstil’in sahipleri Selman ve Süha Bilal kardeşlerin. B2 evi, oldukça geniş bir açıdan denize hakim. Yerel yapı malzeme ve teknikleriyle yapılan ev köyün içinde bağırmadan, alçakgönüllüce, ama modern formuyla da kendine özgü, şahsiyetli bir duruş sergiliyor. Mehmet Güleryüz’ün de, eskiden un değirmeni olan bir evi var burada. Lal Feray’ın satın aldığı evse henüz yapım aşamasında. B2 evinin yapımına yardımcı olan Ziya Bey’den duyduğumuza göre Selman Bey’in bir arkadaşı daha ev yaptırıyormuş, projenin başındaki isim yine Han Tümertekin. Organik zeytincilik ve hayvancılık en önemli geçim kaynakları. Yalnız buraya yarı zamanlı veya tam zamanlı yerleşmeyi düşünen İstanbullulara söyleyelim şimdiden: Köyde hastane, sağlık ocağı, eczane yok; Ayvacık’a kadar yok. “Hasta olunca ne yapıyorsunuz?” “Hasta olmayız”. Eğlenceli İstanbul’un kirli havasından çıkınca belki biz de hasta olmayız, Ziya Bey.

Assos etrafında dolaşmaya ara verip kazılara gelelim: Assos’taki ilk ciddi ve bilimsel kazı, 1881’de. Osmanlı devletinin izniyle kazılara başlayan Clarke ve Bacon’ın çalışmaları 1884’e kadar sürmüş. Athena Tapınağı, nekropol, agora ve tiyatro alanında yoğunlaştırılmış kazılar. İşin ilginci, Sultan II. Mahmut’un,  1833’te Charles Texier’in Anadolu’ya ve Assos’a yaptığı gezi ve araştırma, 1849’da üç ciltlik bir yayınla tanıtılınca, Assos Tapınağı’na ait kabartmalı arşitrav bloklarını Louvre Müzesi’ne hediye etmesi. Ve başka bir resmi mühürlü tarihi kap-git örneği; kazılarda çıkan mimari parçalarla nekropol buluntularının kardeş payıyla paylaşılıp, Amerikan kazı heyetinin payına düşenlerin Boston Müzesi’ne taşınması; yarım elma gönül alma.

Assos’a gidenlere konaklama bazında öncelikli olarak tavsiye etmek istediğimiz yer ne yazık ki herkese açık değil (en azından bildiğimiz kadarıyla ama belki istisnalar yapılıyordur!). Üst Behramkale ile İskele arasında, dağları arkasına almış, denize tepeden bakan, bahçesinde zeytin, patlıcan, domates yetişen, çalışma odaları, seramik atölyesi, seramiklerin 1000 derecede sekiz-on saat piştiği koca fırını, hatta tavuk-horoz bekleyen kümesi, 20 kişilik konuk ağırlama kapasitesi olan Kazıevi. 1985’te Kültür Bakanlığı’na tahsis edilmiş; kazı ekibi tarafından kullanılıyor. Ümit Bey’in buralarda bir enstitü kurma hayali de var; kitaplıklı, okuma odalı, restorasyon atölyeli, umarız gerçekleşir.

Çanakkale’den Assos’a dek beş adet “Efes Pilsen’le Assos Günışığı’na Çıkıyor” tabelası saydık biz, tercümesi şu: Kazıya Efes Pilsen sponsor. 1995’ten 2003’e dek gelir akmış Efes’ten, şu anda durum muallakta. Sponsoru bilince, sokakta, keçeden heybe satan teyzeyi güneşten koruyan Efes Light şemsiyesine, veya Kazıevi’ndeki “antik rahmetlilerin” içinde muhafaza edildiği mavi bira kasalarına anlam vermek daha kolay. İkinci kısmı açalım: Lahitlerden, küp mezarlardan çıkan antik kemikler, üstünde “kemik” yazılı kutularda muhafaza ediliyor. Kırka yakın kutu var, hepsinin içinde de en az yedi-sekiz torba. İçlerinde farklı mezarlardan çıkarılmış kafalar, kollar, bacaklar.. Üstlerindeki etikette hangi tarihte, nereden çıkarıldığı yazılı. Ümit Bey bunları fizik antropoloji bölümlerine gönderiyor, karşılıklı bir arz talep ilişkisi. Bu analizler her iki taraf için de önemli; kemik yapıları, vücut ölçüleri, nasıl beslendikleri, hangi kaslarının daha çok gelişmiş olduğu bilgisinden yola çıkarak ne tür iş yaptıkları gibi bilgiler sağlanıyor.

Kazıevi atölyesinde ayrıca, form olarak kazılarda çıkarılan eşyaların aynısı, hediyelik eşya denemesi olarak üretiliyor. Seramikleri öğrenciler yapıyor; her şey tarihe ve bilime ışık tutacak ek gelir için!

Ümit Bey’in peşine takılıp Nekropol’e gelelim: Şehre giren her kimse, selamlasın göçmüşleri önce! Biz selamlıyoruz ama keçiler, sığırlar selamlamakla kalmıyor, bir de gönlünce pisletiyorlar nekropolü. Girmeleri yasak elbet ve dahası var: “Pisliklerini bir yana bıraktım, üstüne çıkınca mezarları kırıyorlar” diyor Ümit Bey.
Antik kent, andezitten yapılı, köy evleri de aynı taştan. Klasik Helenistik çağ taşı mermer ama andezit, tepenin arkasındaki taş ocaklarından çıktığı için her yerde kullanılmış. Yirmi yıldan fazladır kazıda çalışıp hem ek gelir sağlayan, hem de işe alışıp çıkan her yeni nesnede heyecanlanan köylülerin arasında Athena Tapınağı taşlarından değirmentaşı yapanlar da yok değil!
Tapınak, köyü tırmanıp akropolü de dikeylemesine tüketince karşınızda; Anadolu toprağında, Arkaik Çağ Dor düzeni yapısında inşa edilmiş tek örnek. Yapı, Dor düzeninde inşa edilmişse de, tek mekanlı iç bölümü ve frize sahip oluşuyla, güçlü bir Anadolu mimarlığı etkisi de taşıyor. Tapınağın yazıtlı Dor başlığı çok az bulunan örneklerden biri. Tapınağı, profesöründen dinleyelim: “Ortaçağdan önce, bir depremle yıkılmış diye düşünüyoruz, gerçi akrapolde çok deprem izine rastlamadık ama bunlar eklemli yapılar. Toprakta herhangi bir hareket olması gerekmiyor, üstteki ağır elemanlar dengeyi kaybedip düşmeye başladığı zaman peşinden diğerlerini de sürüklemiş olsa gerek. Biz çalışmaya başladığımızda bir yığın halindeydi. Önce, tamamlayabildiğimiz kadar orijinal parçalarıyla altı tane sütunu ayağa kaldırdık. Üç tane de yarım var, bu yıl da herhalde altı-yedi tane daha ekleriz diye düşünüyorum. Orijinalinden kalan parçaları mutlaka kullanıyoruz ama mesela en alttaki ve en üstteki malzeme yerinde duruyorsa, ara parçaları doldurmak için kendi kayasından ince kum veya taneli parça elde ediyoruz. Aldığımız kalıplardan yararlanarak bir bağlayıcıyla bunları dökerek tıraşlıyoruz, perdahlıyoruz ve yerine koyuyoruz”.
Ümit Bey’in bu düşüncesine karşı çıkanlar var mı? Var. Ne diyorlar? Diyorlar ki, yapı, orasına burasına dolanmış bitkileriyle filan daha pitoresktir, öyle kalsın. Ümit Bey ne diyor? “İki yüz yıllık yapılar için de yapılıyor bu tartışmalar, çok eski yapılar için de. Bazı yapıları kendi elemanlarıyla veya kendi elemanlarını ayakta tutabilecek kadar yeni desteklerle, en azından kent siluetini, hacmini verebilecek, ziyaretçiye bir fikir edindirecek kadar ayağa kaldırmak gerekli. Aynı eleştirilerle İstanbul surlarını onarırken de karşılaştık ama şunu bilmek gerekir ki bitkiler de yapıya zarar veriyor. Hem fiziksel hem de kimyasal olarak. Köklerin genişlemesiyle koskoca duvarların yıkıldığını biliriz. Ayrıca, saldıkları asitli öz suları malzemeyi tahrip eder. Onları hiç temizlemezseniz, zaman içinde yaptığınız restorasyonun da anlamı yok. Zaten çağımızdaki hava kirlenmesiyle yapılar çok çabuk tahrip oluyor. Kabartma heykeller vardır ortaçağ binalarının yüzeyinde, bakarsınız, hava kirliliğinden yüzeyler ve detaylar dümdüz olmuştur. Ben, kendi doğrularıma göre böyle yapıyorum, herkesin fikri farklı olabilir”.

Kentin kuruluş yeri ideal, güneye, bu durumda denize bakıyor. Eski çağlardan beri kentlerin yüzünün güneye dönmesi önerilirmiş; güneş, üzerinde doğudan batıya doğru bir yay çizerek dönsün diye. Tiyatro da, agora da bu mantıkta düzenlenmiş. Surlar çok iyi korunmuş, çok estetik. Kapılar da kendine özgü bir mimariye sahip.
Peki Tapınak’a çıkarken yolda ne var? Köy evleri gerçekten görülmeye değer ama konaklamak için Liman’daki birkaç oteli tercih etmek daha çok konforla sonuçlanabilir, üst köydeki mekanlar oldukça salaş. Koyun, keçi çıngırakları, kuş sesleri eşliğinde bazen hafif bir lodos, önde alabildiğince deniz, dört bir yan yeşillik ve kekik kokuları. Muhteşem. Köy içinden epey bir yol çıkıyorsunuz Tapınak’a kadar, yalnız yoldaki sevimli teyzeler amcalar bir süre sonra Kapalıçarşı esnafından cabbar çıkıp, yol sonunda artık o kadar da sevimli gözükmemeye başlıyorlar. “Ne olur bir tane alın”, şunlardan: Zeytinyağı, zeytin, ev işi sabun, macun, erişte, tarhana, iğde, limon kekiği, dağ kekiği, bulgur, pekmez. Yemeyip de takınıp kullanacaksanız ise, incik boncuk, dantel, havlu, ev tezgahlarında işlenmiş kıldan keçeden kilim, heybe, patik, tahtadan veya alçıdan bolca tanrıça, tanrı heykelcikleri, envai çeşit Truva Atı.
Çıktınız, Tapınak’ta sizi bekleyenler ne? Güzel bir antik kent tapınağı kalıntılarının yanı sıra, tepedeki Türk bayrağının dibinde Assos hatırası çektirenler, atlar, aşağı katlardan sesi gelen eşekler, yakınlarda otlayan inekler, antik bir taşı atlama zıplama tahtası olarak kullanan çocuklar, yerli yabancı turistler, beraberlik ruhunu bir örnek çizgili kazakla yakalamaya çalışan çiftler, mutlaka cinsiyetine göre ayrılmış gruplar halinde yürüyüp bir yandan da birbirini dikizleyen ergenlik yolunda kız erkek öğrenciler. Ve, arkalarda, ortalarda, dağların ortasına gizlenmiş köylerin aksine, kıyıda, yeşilliğin ortasına saygısızca kurulmuş, iyi ki az da olsa beton yapılar.
Gymnasion’u, agorası, agora tapınağı, Roma çağı hamamı, tiyatrosu, bouleuterion’u, tiyatrosuyla Akrapolü gezdik. 14. yüzyıldan kalma Hüdavendigar Camii’yi gördük, aşağı inelim: İskele’nin kuruluşu aşağı yukarı M.Ö. 6. yüzyıla dayanıyor. Eskiçağ’dan 1950’li yıllara kadar küçük bir ihraç iskelesi olarak faal olan Liman, ihracatın durduğu 1950’den 1980’e kadar metruk kalmış. Kazıların başlamasıyla, ihraç malı depoları olarak işlev gören taş yapılar orijinal mimarileri korunarak onarılmış ve otel, pansiyon, kafe, bar, kamping alanı olarak yeniden düzenlenmiş. Kıyıdaki eski iki büyük han şimdi, Kervansaray Hotel ve Hotel Assos olarak konuk ağırlıyor. Daha önceden konut olan 1859 yapımı Uzun Ev ise kafe-bar-restoran olmuş ve 1800’lerin resimlerinde de gözüktüğü gibi, eski halini aynen koruyor. Arkaik limanın kalıntıları üzerinde yenilenmiş olan 19. yüzyıl liman mendireği de 1988’de, Ümit Bey’in girişimleriyle restore edilmiş. İskele yapılarının adalar mimarisine dönüklüğüne  rağmen, üstteki köy, karasal mimariye dönük; tek ya da iki katlı taş evler düz çatılı, ikinci kata dışarından merdivenle çıkılıyor. İskeledekilerse köy mimarisinden farklı; pencere parmaklıkları değişik, balkonları ve ferforje pencere korkulukları var. Assos’ta aynı anda iki ayrı üsluba şahit olmak mümkün.

İskeleye inmişken, hemen karşıdaki Midilli’den de bahsetmeli. ‘İlk feminist’ ibaresi yakıştırılan, Afrodit kültüne bağlı Sappho, M.Ö. 600’lerde yaşamış. Hatta öyle ki, lezbiyenlik kelimesi, Sappho’nun adası Lesbos’tan geliyor. Ne alaka mı? Azra Erhat’a göre, sevgi tanrıçası Afrodit’e bağlılık, bireye kendini, duygularını özgürce ortaya koyma, dile getirme özgürlüğü veriyor, tam da şöyle: “Güzel bir kızım var, sevdiceğim Kleisim / altın çiçeklere benzeyenim benim / değişmem onu tüm Lidya’ya güzel Lesbos’a bile”. Biz de Assos’u pek çok yere değişmesek, olacak. Tanrılar dağı, efsanevi Kazdağı toprakları buralar ne de olsa. Assos civarındaki pek çok köy, oksijen yoğunluğunun dünyada en fazla olduğu yerlerden biri olan Kaz Dağları’nın eteğine yaslanmış. ‘Bulutları devşiren Zeus’un hükmettiği, antik çağlardaki ismiyle İda Dağı’nda, ender bir ağaç türü olan Kazdağı Köknarı yetişiyor. Truva Atı da bu ağaçtan yapılmış.
Eğer, harekette bereket vardır diyenlerdenseniz, Eylül ayında düzenlenen Assos Festivali zamanında gidin. En kalabalık olduğu dönem, yaz sezonu. Kışın melankolik güzelliğiyse Assos’u daha şiirsel, daha da görülesi yapıyor. +

(Travel+Leisure, Mayıs 2005)