Zaman Kitap

Rüya Tacirleri Odası’nda Olup Bitenler

Sadık Yalsızuçanlar

Jüpiter Neden Dünyanın En Yakın Dostu Değildir?
Hemen belirteyim, başlığın okuyacağınız yazının içeriğiyle herhangi bir ilgisi yok. Böylesi bir soru zihnime hiç gelmemişti, ta ki Çiler İlhan’ın Artemis Yayınlarınca yayımlanan, ‘Rüya Tacirleri Odası’nı okuyana kadar. ‘Hırsızlar!’ başlıklı nefis öykünün -İlhan’ın hangi öyküsü değil ki- sonundaki sözlükte rastladım bu soruya. Soru insanın meşruluğunun simgesidir denmiştir ama, insanın aklının çengellerine ne zaman hangi sorunun gelip asılacağı belirsiz olduğundan, her soruya meşruiyet aracı olarak bakmamak gerekiyor.  Kendi payıma Jüpiter’den çok Venüs’ün dünyanın en yakın dostu olduğuna inanırım. ‘Bir insanı sevmekle başlayacak herşey’e inancımı hala yitirmemiş bir safdil olduğumdan mıdır yoksa güzeller güzeli Yusuf’un orada ikamet edişinden midir bilmiyorum. Çiler İlhan’ın öykülerini okumaya başladığımda bir kez daha inandım ki, eser kuraldan önce geliyor. Öteden beri, öykünün kurallarına, sınırlarına, şöyle yazılır, böyle çizilir gibi sözlere asla ilgi duymazdım. Siz öyle sanırsınız ama biri bir gün gelir, örneğini ortaya kor ve ‘böyle de yazılır’ diye sizi de inandırmayı başarır. Hele baştan ‘fantastik, gerçeküstü, gerçekdışı’ gibi tanımlamalara inanmışsanız böylesi anlatılar için, her yenilik sizi birkaç kez şaşırtacak, afallatacaktır.

Çiler İlhan, daha şimdiden öykümüzün ileri karakolu olmuş bile. Rüya Tacirleri Odası tadından yenmiyor. İnanılmaz şaşırtıcı, kışkırtıcı, muhayyilenin ele avuca gelmez, serazat, alabildiğine uçarı, serkeş bir akıncısı olarak atını bir o dağa bir bu düze sürüp duruyor. Hızına, imgelerine, soyutlamalarına, kelimelerinin çağrışımlarına yetişemiyorsunuz. Wıttgenstein, ‘şeylerin nasıl olduğu değil, olduğudur gizemli olan’ der. İyi ki de der zira pozitivizmle malul zihinler, şeylerin içyüzünde bile herhangi bir gizemin olmadığına inanmayı hala sürdürüyorlar. Bu nasıl bir inattır ki, sınırsız bir dünyayı sınırlayarak algılama körlüğü sürer. ‘Akl’ sözcünün kök anlamı, ‘bağlamak’tır. Bağ, kayıt, sınır, kayıtlamak, sınırlamak…Varlık hangi sınıra sığar hangi kayda girer ki!  O halde bir anlatı bizi bildiğimizi/gördüğümüzü/anladığımızı sandığımız şey(ler)e ilişkin kuşkuya düşürdüğü oranda yenidir ve hedefi vurmuştur. Bir şeyin varlığı zorunlu olmadıkça o şey varolamaz. Bu ilkeye de sonuna dek inanırım.

Rüya Tacirleri Odası,’İçindekiler’siz, Timur’a adanmış, Notlar ve Alıntılar’lı bu tuhaf öykü(?) kitabı bu inancımı iyice pekiştirdi. Şakird’iyle bizi ‘bildiğimizi sandığımız’a ilişkin başka bir kuşkuya düşüren Müstecaplıoğlu’nun sunumundan sonra odanın kapısı açılıyor ve sizi kadim Çin’den bir ‘ejderha’ ile bir ‘kelime’ sarrafı karşılıyor. Lao-tseu için bu benzetmeyi Konfiçyüs diye bildiğimiz Kong-tseu yapar. İnsan biraz da göndermeleridir. Kitap Lao-tseu ile açılıyor ve O’nun göğe yükselişiyle kapanıyor. Üstad, ‘söyleyebildiğin söz asıl söz değil, ad verebildiğin ad asıl ad değil’ diyerek ‘yol’un doğrultusunu işaret ediyor. Tao yol demektir ve  esasında kadim Çin’de yani henüz zanaat ile sanat’ın ayrışmamış olduğu  ve muhtemelen bir semavi öğretinin emzirdiği öğretinin vatanında söz/yazı ‘yol’a girmenin, yürümenin ve amaca ulaşmanın bir yordamı olarak işlev görüyor. Guenon, Lao-tseu’dan önce Fo-Hi’den söz eder ve öğretinin ikincil aktarıcısı olduğunu söyler. Lao-tseu ve Kong-tseu öğretinin üçüncül nakilcileridir ve de kısmen içeriğini bozmuşlardır. Buna rağmen buram buram hikmet tüterLao-tseu’nun Doğru Yol Kitabı’ndan. Tao’nun (yol) belirlenmiş kökeni bu kitaptadır : Tao-teking’dedir ve sonsuzca izlenilecek yol anlamındadır. İlhan demek ki bununla bir yola girdiğinin farkındadır. Üstelik yolun sonsuz ve belirsiz olduğunun da bilincindedir. Anlatılarındaki gizem ve şaşırtıcılık da bunun kanıtıdır. Mallarme’den alınan motto şöyle der : ‘Bir kitap ne başlar ne de biter; olsa olsa öyle gözükür…’ Bence de…

Çiler İlhan’ın Rüya Tacirleri Odasındaki her öykü ve kitabın tümü bize sanki bunu göstermek için yazılmıştır. Şeylerin öyle gözükmesi, öyle oldukları anlamına gelmez. Ahmet Demirhan’ın bir yazısında okumuştum. Doktor bir arkadaşından söz ediyordu. Aslında çocukluk arkadaşı…Ahmet, şeylerin göründükleri gibi olup olmadığı konusunda emin değildir hiçbir zaman. Bunu doktor pek benimsemezmiş. ‘Ne yani’ dermiş, ‘işte, bu ağaç yeşil, öyle görünüyor ve biz onu yeşil görüyoruz.’ Ahmet, ‘biz ona yeşil dediğimiz için yeşil görünmüyor, belki de kırmızı ama bir onu yeşil sanıyoruz.’ Deyince doktor sinirlenirmiş. Uzatmayayım. Bu anlaşmazlık sürüp gidermiş. Aradan yıllar geçmiş ve doktor, bir gün yeşil ışıkta geçerken, kırmızıda durmayan bir sürücünün otosu altında ezilmiş. Bu trajik olayı aktarmakla yetiniyordu Ahmet. Doğrudur, yaşam bize böylesi oyunlar eder sürekli. Doktorun ölümündeki hüzün bi yana, ölümün Ahmet’i doğrulaması başka bir yana. Evet söyleyebildiğimiz söz asıl söz olmayabilir, adlar da öyledir. Felsefe şeylere ad verme sanatıdır, lakin filozoflar ölüm üzerine düşünmüşlerdir sadece, bütün bir felsefe tarihi ölüme ilişkin düşünmenin çaresizliğidir. Oysa biliriz ki ölüm yaşanılmaz. Ölüm hep başkasının ölümüdür ve ötekinin menkıbesidir. Kitap da öyledir, ne başlar ne de biter, olsa olsa öyle görünür.

Çiler İlhan’ın kitabı, ‘bu adama gıcık oluyorum’la başlıyor. Bir öykü ve kitap için yeterince ilginç bir başlangıç cümlesi. Demek ki yalın, içten bir hikaye dinleyeceğiz. Derken Hüdaverdi beliriyor. Ben bu adı çok seviyorum. Çocukluk imgelerimdendir ne de olsa. Gece Kıyafeti, İlhan’ın bize başı sonu belirgin, sağlam öykü anlatma (tahkiye) konusundaki yeteneğini gösteriyor. Ama kitap ilerledikçe hayretiniz artıyor. İyi bir kitap, ‘hayret’i uyandırmalıdır. Bunu Heideggeryen anlamda hayret’i de çağrıştırır biçimde kullanıyorum. Hatta, ‘Hak bir gönül verdi bana/ha demeden hayran olur’daki hayret’i de. K.K.Sülük, Oğuz Atay’ı çağrıştırıyor biraz. Biraz Gökhan Özcan’la da akraba. Öykünün ara başlıkları bana bizim geleneksel aşık öykülerini anımsattı. Hırsızlar!’la taçlanıyor kitap. Kafadanbacaklar’ın dünyayı çalışı bu. Yaşar Kurt’un Hırsızlar şarkısı gibi. Öykünün sonundaki sözlükçe’de, Guenon’un İslam Maneviyatı ve Taoculuğa Toplubakış’ından notlar olsa diye geçirdim içimden. Atlantis ve Tao tüccarlarına yönelik kimbilir ne ayrıntılar keşfederdi Çiler İlhan bu kitapta. Paltom, benim yazmayı düşünüp de başaramadığım öykülerden. Hep bir Gogol paltosu giyip, elimi cebime atıp, adı Gregor olan bir hamamböceği bulmakla başlayan bir öyküm olsun isterdim. Olsun, İlhan’ın öyküsünü kendi öyküm gibi okuyorum işte. Ne diyordu Sezai Karakoç, ‘bir yazı, kendisini bir yazara yazdıramamışsa, başka bir yazar onu mutlaka yazacaktır, çünkü yazı kendisini yazar.’ Ve favori öyküm : T.C İstanbul 6.Sulh Ceza Mahkemesi. En kıskandığım öykü. Bu form insana, ‘aa böyle de olur muymuş?’ dedirtiyor. Bir metin bunu söyletiyorsa gerçektir. Zamana dayanıklıdır. Tazedir. Capcanlıdır. Yeni bir şey söylüyordur. Çünkü araç mesajdır. Bu ‘şekil-muhteva münasebetleri’ne kafa yoran yapısalcılık öncesi bayat balık kokan eleştirmenlerin anlamakta güçlük çekeceği bir olgudur. Bunu anlamak için Çiler İlhan’ın bu öyküsünü okumak gerekir.

Quablunatlar tam da böylesi bir öykü işte. Ne diyordu Ofli Hoca: ‘Aziz cemaat, bu küllüktür. Bu da bardaktır. Bardak bardaktır, küllük küllüktür. Küllük bardak değildir. Bardak da küllük değildir…’ İlhan’ın öyküsünde bilinçdışına doğru sızılır ve orda dolaşıp duran ‘vesvas’la hakikat-i haldeki ‘fısıldayıcı’ arasındaki geçişlilik resmedilir. Dil de burada çokseslidir. İyi Uykular Tatlı Rüyalar sonra…Bizi uyutanlarla rüyalarımızı kabusa çevirenlere yönelik bir sayıklama bu. Yeni Bir Irk Yaratıldı, Herkes Kendi Dünyasında, Şehir Dilencileri Derneği, Gizlenmiş Göçebeler Örgütü, Rüya Tacirleri Odazı, Ardına Düşülmemiş başlangıç Cümlelerine Malik Bulan İhtiyarlar Cemiyeti, Mezarlıklardan Toplum Adına da Faydalanmacı Ayyaş Hafiyeler Çetesi, Kapi Numaralarini Duzenleme E-Grubu, Ruh İkizlerini Tesadüf Ettiren Dedeler Gönüldaşlığı…hepsi, itiraz ediyor. Alay ediyor, bozunduruyor, bozuk düzene döndürülmüş bir çarkın, altından üstünden, içinden yanından bakıyor, gösteriyor, sorguluyor, soruyor soruyor…İşi bitince de çekilip gidiyor, Lao-tseu gibi, göğün yoldu budur, evet budur çünkü…

Bir kez karşılaşıyorlar. ‘Taoyu buldun mu?’ diye soruyor Kong-tseu.
‘Onu’ diyor, ‘yirmi yıl aradım ama bulamadım.’
Konfiçyüs şaşkın, çaresiz.
Lao-tseu sürdürüyor : ‘Bilge kişi karanlığı sever, olur olmaza kendini kaptırmaz. Zamanı ve şartları inceler. Eğer yer ve zaman elverişliyse konuşur, yoksa susar. Hazinesi olan biri onu herkese göstermez. Demek ki gerçekten bilge olan kişi hikmeti her gelene açıklamaz. Hepsi bu.’
Konfiçyüs, görüşme bitip ayrıldıktan sonra Lao-tseu’yu soranlara şöyle der :
‘O bir ejderhaya benziyor. Ejderha ise bilmiyorum bulutlar ve rüzgarlar tarafından nasıl taşınabilir ve göğe nasıl çıkabilir?’
Bugün, Konfiçyüs’ün hayreti içindeyiz.
Çiler İlhan’ın kitabı, baştan sona bu şaşkınlığın şaşırtıcılığıyla dolu. Bilmiyorum, ben de bilmiyorum Jüpiter Neden Dünyanın En Yakın Dostu Değildir?

(Zaman / Kitap Zamanı, 5 Haziran 2006)