Varlık

ÇİLER İLHAN
Hayat fantastiktir. Çok sıradan ve çok klişe geliyor kulağa ama öyle.

AYBALA ALAÇAM

Siz de birçok yazarımız gibi basın kökenlisiniz. Çok yazan biri, bir şekilde hayatını kazanmak için yazan biri olmanın yaratıcılığa kötü geldiğini, zarar verdiğini iddia edenler oluyor. Başka bir sav da farklı kimliklerle yazmanın insanı şizofrenik bir zihne sürüklediği. Sizce?
Şizofrenik kimlik kısmına katılmıyorum. Aynı denizden çıkan nehirler gibi, farklı yazılar. Kaynak aynı. Ama hayatımı da yazarak kazanıyor olmanın rahatsızlıklarını duyuyorum bazen. Bir kere at koşturduğunuz alan ortak; sözler. Gün boyu bilgisayarın karşısında sözle uğraşınca; çeviri olsun, röportaj olsun, deneme olsun, gezi yazısı olsun fark etmez, bir kere gözleriniz biraz dinlenmek istiyor. Sonra ve daha önemlisi, zihninize özgürce koşturabileceği geniş bir mera bulmadan onu devamlı söze boğarsanız nasıl çağlayacak? Nasıl coşacak? Bazen kendimi hani çok yersiniz, mideniz şikayet eder dolup taşıyorum diye, öyle hissediyorum. Çok fazla kelime, çok fazla imge… Oysa zihninize sessiz, engin bir boşluk tanımak lazım ki o boşluğu varlığa çevirsin.
Bununla birlikte, yine de otelciliği bırakıp yüzümü, kazanmak için de yazıya çevirmiş olmaktan hiç pişmanlık duymadım. Yazının her türü bana ufacık bile olsa bir mutluluk alanı sunar. Hiç istemeden yaptığım bir röportajda bile bir kelime, bir cümle bulurum ki o beni o gün idare eder. Kapalı bir ofiste satışları nasıl artırırız diye düşünmekten yine de iyi bu…

İnsanın gözünü açtığı ortam ve o ortam karşısında hissettikleri onun birey olarak hayata karşı tavırlılığının temelini atıyor, özünü oluşturuyor. Siz tavırlı biri misiniz? Kitabınızda bir araya gelen öykülerde zihninizin keşiflerle oynayan, hınzır bir hali olduğu gözüküyor ve büyülü bir gerçeklik yaratıyorsunuz. Bu mesela size özgü  tepki mi?
K.K. Sülük öyküsündeki sokakta çalışan iki çocuk gerçek. İzmir’deydi gerçi o çocuklar ama fark etmez; her yerdeler. Sokağın iki köşesinde gece on ikilere kadar tartı önlerinde, otururlardı. Soğukta, yağmurda… Yetkili bir belediye şubesine gidip bu çocukların neden sokakta olduğunu, ne yapabileceğimizi sordum çünkü üstleri başları da vardı, belli ki sokakta çalıştırılıyorlar aileleri tarafından. Yetkili, “Çok uğraştık, yapabileceğimiz bir şey yok. Devamlı kovalamaca oynuyoruz, biz eve gönderiyoruz ailesi yine sokağa atıyor” dedi. Ne yapmalıydım? Çocukları (K.K. Sülük gibi evlerine kadar) takip edip ailesiyle kavga mı etmeliydim? İşe yarar mıydı? Yetkili bir şubeye gitmek yeterli bir tepki mi? Yetkiliden yüz bulamayıp yazıyla bağırmak beni tavırlı mı yapıyor? Keşke bu kadar kolay olsa.

Açıkçası edebi türler arasında yapılabilecek hiçbir ayrım ya da sınıflandırmayı çağı yakalamış bir bireyin kabullenmesi olası gözükmüyor. Ama işte sizi daha çok fantastik edebiyatla uğraşan isimlerle yan yana getirmeye çalışıyorlar. Bunu tartışalım mı? Yani kurgunun kendisi fantastik bir şey olduğuna göre fantastik deyince bir türü algılamak nasıl bir şey olabilir sizce? Ve tabii fantastik olanla ve gerçekle olan ilişkinizi, sanatçı yazar merceğinden bakmaya çalışarak ifade edebilir misiniz?
Hayat fantastiktir. Çok sıradan ve çok klişe geliyor kulağa ama öyle. Mesela Quablunatlar öyküsü için bana ilham veren, bir gazete kupürüdür. “Muğla’nın Milas İlçesi Gürceğiz Köyü’nde, zarar veren eşekarılarına savaş açıldı. Hane başına 50 eşekarısı öldürme zorunluluğu getirildi”. Şimdi ben bunu okur okumaz şunu düşündüm: Bu iş nasıl kontrol edilecek? Öldürülen eşekarıları nereye getirilecek? Kimin ne kadar arı öldürdüğü nasıl anlaşılacak? Bu işin cezası var mı? Ve bu sorulardan çıktı Quablunatlar. Tabii ki benim kendi çocukluk kabuslarımla, yaralarımla, bilinçaltımın sırlarıyla edebi bir şekilde birleşip başka bir hal aldı. Ama şimdi hangisi fantastik? Sözlüğe girin, “gerçekte var olmayan, gerçek olmayan, hayali” der fantastik için. Senin gerçeğin benim gerçeğim mi? Bir kitap okumuştum; Mende Nazer ve Damien Lewis’in ortak yazdığı “Köle” isimli kitap. Sudan’dan Londra’ya köle olarak getirilen genç bir kız Londra’yı gördüğünde müthiş şaşırır. Şöyle der kocaman bir alışveriş merkezine girdiğinde: “…Yerler ve merdivenler hareket ediyor, üstelik üzerinde insanlar duruyordu… Burada dükkanlar, kafeler, telefonlar ve lokantalar dahi vardı, hem de hepsi aynı cam çatının altında bir araya getirilmişti. Kısa bir süre sonra bütün Londra’nın da böyle olup olmadığını düşünmeye başladım- arabaların, üzeri kapalı caddelerde yol aldığı muazzam bir kubbe!” Bir Londralı için ne kadar fantastik bir bakış açısı. Ve köle, bu yüzyılda gerçek bir köle. Aşağılanan, aç bırakılan, dövülen, hapsedilen modern bir Kunta Kinte; işin bu kısmı gerçek olabilir mi? Ve yine bir öyküm, “İyi Uykular Tatlı Rüyalar” da gerçek dediğimiz hayatın güncesi gazeteden ilham almıştır. Orada da İtalyan Sağlık Bakanı şöyle diyor: “Sıcak hava dalgası geldiğinde, yaşlılara yardım edebilmek için onların nerede olduğunu bilmemiz gerekiyor.” Bu ne demek? Hava ısındı, bir koşu belediyeye gideyim: Ben bu öğleden sonra Şerife’de çay içiyor olacağım. Ölme tehlikem olduğunu düşünürseniz siz de buyrun diyeyim…mi diyecek yaşlı? Kanımca tüm bunlar olağanüstüdür. Benim yazdıklarımı hangi şemsiye altına koyarlarsa koysunlar hiçbir sınıflandırma, hayatın kendi içindeki fantastik tuhaflığı açıklayıp rasyonelleştiremez.

Okur, hele ki edebi beklentisi ortalama ise empati kurmakta güçlük çekebileceği metinlere karşı tepkisel olabiliyor. Ama yazar da okunması için yazıyor. Siz tercih olarak kitleler beni okusun, bir hikayem olsun, alsın başını gitsin değil de beni tercih eden okusun beraber takılalımı göze alarak bir öykü dünyası kurmuşsunuz. Tabii bu dünya da semboller, metaforlar, tür göndermeleri falan derken özel bir birikim gerekiyor. Cebinizdekilerden bazılarını en yıldız olanlarını bizimle paylaşır mısınız?
Çöp dağının parlak yıldızları: Latin edebiyatı. Doğu felsefesi. Tasavvuf. Psikoloji kitapları. Rus edebiyatı. Masallar, efsaneler. İlk aklıma gelenler bunlar…

Öykü işlevsel olabilir mi?
Çim biçme makinesi işlevseldir. Rende, çok işlevseldir. Şemsiye bazen hayat kurtarır. Ama öykü, öyküdür; bence.

Çizerinizle aranızdaki nasıl bir ‘ansambıl’?
Yeşim İnce ile aramızdaki kanlı bir ‘ansambıl’dı. Defalarca bir araya geldik. O, öyküleri defalarca okudu. Çizdiklerini değiştirdi, bozdu, yeniden çizdi. Yeşim orta yaşında bankacılığı bırakıp üşenmeden üniversiteye tekrar girdi, bu kez resim okumak üzere. Kendinden pek yaş küçüklerle okuyor. Bu yıl son sınıfta. Belki bizi bir araya getiren de bu ruh oldu: Sanat için gemileri yakmak. Sonuçta çizimlerden çok memnunum ben. Özellikle kapaktaki “yan yürüyenler” daha hayalimdeki gibi, daha çarpıcı çizilemezdi bence. “Kafadanbacaklar”sa benim hayal ettiğimden bile iyi çıktı Yeşim’in kaleminden…

Günümüzün akıllı metnine Çiler İlhan tanımı getirebilir misiniz?
Şöyle: Dıııııt dıııııt dııııt dıııııt. Biiiiiiiiiiip.

Dil polisleri hakkındaki düşünceleriniz? Serbest uyduran biri olarak tabii…
Dil polisleri tarafından yakalanıp bir köşelere tıkılmasam bile iyi bir “cık cık”lanacağımı tahmin ediyorum… Onlara bizim ülkemizde bile ne kadar çok lehçe olduğunu, dilin farklı coğrafyalarda nasıl da eğilip büküldüğünü, su gibi kendi yolunu bulduğunu hatırlatmak isterim sadece. Onları doğduğum şehir Denizli’ye davet edip halalarımla konuşturmak isterim, bakalım Egeli değillerse anlayabiliyorlar mı ne dediklerini. Ve en büyük, en cadı halam büyük ihtimal şöyle der: “Nencen polisliği ulen oğlum, gir de sana bi gave yapiverem gari”.

Okur koltuğunda olsanız, Rüya Tacirleri Odası’na diyorum, bir başkasının işiymiş gibi bakabilir misiniz…
Bu çok zor bir soru. Bakamam. Bakabilsem, daha iyi yazarım. Daha az kuruntulu olurum. Siz bakın.

Şimdi roman yazıyorsunuz. Öyküyle yolunuz ne kadar ayrılıyor.
Şimdilik ayrılıyor… Bilgisayarımda şimdiden bekleşiyorlar sabırsızca, roman mıdır nedir bitir de bizi de yaz diye. Çok çığırtkanlar, kulaklarımı seslerine tıkayabileceğimi sanmıyorum. İstemiyorum da.

(Varlık, Haziran 2006)