TimeOut İstanbul

Yüreksöken Kalem

Çiler İlhan, taze öykü kitabı Sürgün‘de, gazete haberlerinin soğuğunda kalmış Irak işgalinden Batmanlı kadınlara, deney köpeklerinden Pippa Bacca’ya, Hrant Dink’ten Sulukulelilere, toplumun kabuk bağlayamamış, ince ince kanayan yaralarına, etkileyici bir derinlikle bakıyor.

Röportaj: Zeynep Erekli & Ayşegül Tuna

Sevecen, heyecanlı, edebiyat aşığı, zihin ve duygu gözünü yazısına saklayan; iş, ev, iki dünya güzeli köpek ve mutlu bir evliliğin ortasında gevşemeyip kendini yazmaya veren bir isim Çiler İlhan. Elindeki taze öykü kitabı ‘Sürgün’ ile üretkenliğinin zirvesinde genç bir kadın. Time Out İstanbul ekibinin eski mesai dostlarından olan yazar, ‘Sürgün’ün çatısını gazetede okuyup da bir kenara bırakmaya yüreğinin el vermediği haberlerden oluşturmuş. Sonuç: Dünyanın ve bizim buraların feodal, ayrımcı, savaşçı, denek düşkünü yüzlerine ses veren kurbanlar, cellatlar ve atıl kalanlar… Gönül gözünüzü açın ve içeri dalın.

Z.E: Bildiğim kadarıyla sen bu işe, gazetelerde gözüne çarpan ve senin canını yakan haberleri kesip biriktirerek başladın…
Aynen öyle. Başta ne yapacağımı tam olarak bilmiyordum. Sonuçta tüm o küçük haberlerle bir edebiyat çalışması yapacaktım ama nasıl olur, ne şekilde oluşur, keserken düşünmemiştim. Belki ilki Batman’daki olaydı, belki Irak’tı, tam hatırlayamıyorum ama okuduğumda dedim ki, “Bu çok ciddi bir trajedi ve her gün yüzlerce böyle haber okuyoruz. Ben bunu keseceğim”. Derken yavaş yavaş başka haberler de kestim. Bu tip haberleri biriktirmeye başlayınca hepsi arasında birtakım paralellikler gördüm; bu hikâyeleri bazı başlıklar altında birleştirebileceğimi ve bir kitap bütünlüğüne getirebileceğimi gördüm. Ama bu çok aşama aşama oldu.

A.T: Neydi o gözüne çarpan paralellikler ve onları nasıl grupladın?
Haberler elimde biriktikçe ortak eğilimler de kendini göstermeye başladı. İlk gözüme çarpan iktidar zorbalıkları oldu mesela, uluslararası ya da ulusal bazda; kadın ve çocuk etrafında yoğunlaşan sosyolojik suçlar altbaşlığı çıktı, hayvanlara karşı işlenen suçları yakaladım… Böyle böyle kitabın çatısı oluştu. Canımı acıtan her şeyi kitaba koydum. Zaman içinde birtakım haberleri çıkarttım, birtakım haberler kendileri dışarda kaldılar. Çok aşamalı yazıldı. Başlığı değişti, bölümleri değişti, bütünleştikçe birbirine geçmeli hikâyeler doğdu, biçim değişti. İlk olarak “Suç” ve “Öç” bölümleri vardı, ama “Çığlık” bölümü sonradan eklendi.

Z.E: Ne kadar zamana yayıldı ‘Sürgün’ü yazman?
2006’da ‘Rüya Tacirleri Odası’ndan sonra bir roman taslağı, roman demeyelim de novella taslağı yaptım. Fakat bir türlü çıkmadı. Aklımda başka taslaklar da vardı ama hiçbirine can veremedim. Sonra bir gün ‘Sürgün’e fikir veren o ilk haberi okudum ve kesmeye başladım. Anladım ki doğum bu yöne doğru dolacak.

Z.E: Öykülerini okurken aklımda şöyle bir soru doğdu: Bu öykünün ne kadarı gerçek ne kadarı kurgu? Mesela Pippa Bacca’nın annesinin, gerçekte de kızından nefret etme, onu dünyaya getirmek istememe gibi bir durumu var mı? Araştırdın mı yoksa senin izlenimlerin mi?
Çok büyük kısmı kurgu. Pippa’nın hikâyesinde ne gerçek biliyor musun? Pippa öldükten sonra annesi ortalara çıkıp, sanki inci kolyesi kaybolmuş gibi demeçler vermeye başladı ve bu bana çok tuhaf geldi. Mesela bütün cenaze işlemleriyle ablası ve Pippa’nın nişanlısı ilgilenmiş. O yas, matem içinde olması gereken kadının çıkıp demeçler vermesi ağrıma gitti. Yazar olarak hissettiğim bir şey bu; doğru olabilir, yanlış olabilir ben bu çocuğun sevilmediğini hissettim o haberleri takip ederken. Ve Pippa’nin kendini nasıl yok oluşa sürüklediğini fark ettim. O öykü böyle çıktı. Ama mesela yas istiyorsan Hrant Dink’in karısı. Her gördüğümde ağlamak geliyor içimden, o kadar içten, derin, gerçek ve sessiz bir yas tutuşu var ki… O da bende bir şey yazma isteği uyandırdı.

Z.E: Peki bu 45 hikâyedeki karakterlerin dünyasına nasıl girdin? Bu insanların nasıl dertler, nasıl endişeler içinde olduklarını, davranışlarına yön veren duygularını nasıl hissettin de yazdın?
Bazı izlenimler geldi önce, yaşamdan, anlardan. Irak’a hiç gitmedim ama o gazetedeki Iraklı çocuğun gözlerindeki korkuyu çok güçlü hissettim, günlerce aklımdan çıkmadı. Duygusal olarak bir parça açık olmamla, duygusal hassasiyetlerimin yüksek olmasıyla ilgili olabilir. Fakat açık söyleyeyim: Yazdıklarımın bazılarında ben de şaşırdım. Ben nasıl bu kadar acı çekiyorum ve tanımadığım dünyalara nasıl bu kadar duyarlı olabiliyorum diye.

Z.E: ‘Ağabeyim’ hikâyesindeki kızı abisi öldürüyor, ‘Kız Kardeşim’ hikâyesinde infazı beraber gerçekleştiren diğer abinin rüyalarına giriyor kardeşi. Biraz da bu insanları anlama çabasını hissettim…
Bunu bilerek yaptım çünkü bu benim hep düşündüğüm bir şey: Kim suçlu, kim mağdur? Bir yerden sonra sonu yok. Pippa’yı öldüren adam diyor ki ‘Benim içim sıkılıyor’. Kim bilir neler var ruhunda. Birini boğazlamak, tecavüz edip öldürmek o kadar kolay bir şey değil ki. Tabii ki “Suçlar cezasız kalsın, herkesi anlayışla karşılayalım” demiyorum; bu benim değil yasaların işi. Ama ben, yazar olarak her şeye daha derinlikli ve objektif bakabilmeliyim. Karakterlerimi suçlayamam, onları ancak anlamaya çalışırım. Kitabı okuyan biri de çok katı bir bakış açısına sahipse belki durup “Bir dakika ya, bu adam da kim bilir neler çekti hayatında” desin isterim.

Z.E: Yazmak isteyip de yazamadığın, dünyasına giremediğim haberler oldu mu?
Oldu. Baktım ki gitmiyor, onları dışarda bıraktım. Mesela ABD’de ellerinde silahlarla okul basan çocuklar. Onları yazmak istedim ama yapamadım, uzak geldi o dünya. Giremedim içine. Afganistan’la ilgili bir şey yazamadım mesela. Ya da iyi tanıdığım için köpekleri konuşturabildim de gösteri için hapsedilen balinalarla ilgili yazamadım.

A.T: Afganistan yazamamışsın ama Irak’la ilgili bir hikâyen var üstelik çok da enteresan bir yerden girmişsin… 
O benim de çok zevk alarak yazdığım bir bölüm oldu. Çok ortodoks bakmak istemedim bazı şeylere. Zaten malzemenin üçte ikisi gazete haberlerinden yola çıkıyordu, ham malzemeye edebi değer katabilmek için epey kafa yordum.

A.T: Bence oldukça karanlık ve politik bir kitap ‘Sürgün’. İçinde Sulukulelilerden bahsediyorsun, Hrant’a şiir yazmışsın, bir asker öykün var… Her şeye rağmen sonunu umut duygusuyla bitirmişsin…
İnsanlığın veya herhangi bir siyasi ya da toplumsal düzenin ütopyaya doğru ilerlediğine dair hiçbir umudum yok, olmayacak. Fakat yine de ‘Zobar ile Başa’ hikâyesinde olduğu gibi, onların hayatlarındaki güzellikler, bir şekilde toparlanabilmeleri… Umutsuz da değilim.

A.T: Ben seni bundan bir önceki öykü kitabın ‘Rüya Tacirleri Odası’yla tanımıştım, fantastiğe hatta yer yer bilim kurguya yakın masallardı onlar. ‘Sürgün’de gerçeklere dayandırıyorsun kendini. Bu yol nasıl yürünüyor?
‘Rüya Tacirleri Odası’ bir parça acemilik kitabıydı, aslında fantastikten ziyade belki de “büyülü gerçekçilik”e daha yakın duran bir kitaptı. Şimdi geriye dönüp baktığımda, orada söylemek istediğim şeyleri biraz fazla süslemiş olduğumu görüyorum. Hâlâ birtakım sağlam önermeleri olduğunu düşünüyorum ama o 2006’daki bana ait bir kitaptı, dört yılda ruhsal ve duygusal açıdan çok büyük değişimler geçirdim ve Sürgün’ü bu şekilde yarattım. Ama bu demek değil ki ben ileride hep gerçekçi olacağım, veya asla polisiye yazmayacağım… Kitaplar biraz kendi yollarını buluyor, kendi biçimlerini seçiyorlar.

A.T: Yazmak senin için nasıl bir eylem? Nasıl bir tempoda gerçekleşiyor yazmak işi?
‘Sürgün’ün, Everest’te yayın sırasını beklediği dönem benim elim ayağım tutuldu. Aklımda bir şey var ama Sürgün sırasını bekliyordu ve asla yazamadım. Bu yüzden dönem dönem kendimi çok mutsuz hissettim. Bunun da tamamen yazmakla ilgili olduğunu fark ettim. Sevdiğim, her sabah kalkıp gittiğim bir işim var. Ama o iş. Yazmaksa, bana neredeyse uhrevi bir enerji veriyor. O kadar büyük bir zevk, o kadar büyük bir esrime ki. Hayatımdaki en güzel şey yazmak, eylem olarak. Yazıyla boğuşmak, bir karakteri konuşturmaya çalışmak… İkili bir hayat yaşamak gibiİşim, köpeklerim, kocam, arkadaşlarımla gündelik hayatım sürer giderken, alttan alta hep o kendi yarattığım yazı dünyası var. Alttan işleyen o süreç o kadar karanlık, harika, derin ve bana ait ki… Ve ben onunla da yaşıyorum.

Z.E: Köpeklerle ilgili hikâyeler yerlerini almışlar…
İlerde köpeklerle ilgili başka şeyler de yapmak istiyorum, onlarla o kadar iç içeyim ki, sözler aracılığıyla onların o muhteşem dünyasını paylaşmak istiyorum.

A.T: Romanlarla ilgili bölümde dilin çok içerden; yakından gözlemleme şansı yakalamanın bir sonucu mu bu?
‘Zobar ile Başa’ öyküsünü önce Time Out İstanbul Hikâyeleri için yazmıştım, Sulukule’deki yıkım kararının yeni alındığı zamanlardı. Oraya çok gittim, çok takip ettim, Romanlarla tanıştım, bir parça onların dünyasına girdim. ‘Sürgün’ün bir anlamda çıkış noktası Romanlar. O yüzden Zobar ile Başa’yı en başa ve en sona koydum, ama tabii onların hikayeleri de devam ediyor Time Out derlemesinden bu yana…

A.T: Romanların, kitapta senin de dediğin gibi ‘içlerindeki yurdu beraberlerinde taşıdıkları’ kültürel bir gerçek…
Onlar çok acılar çekiyorlar ama bir şekilde hayata tutunuyorlar, muhteşemler, hâlâ neşeliler. Gündelik, yersiz endişelerin arasında sana kocaman gülümseyerek öyle içten bir “Abla bir gül alsan n’olacak ya?” diye geliveriyorlar ki mesela, hakikaten n’olacak bir gül alıversem ki, diyorsun…

Z.E: Yazdıklarının arkasında sorumluluk, insanlarıbilinçlendirmek arzusu var mı?
Aslında öyle bir misyonum yok. Mesela bana desen ki “Gel Tekel işçilerinin grevine destek vermeye gidelim”. Düşünürüm, gitmeyebilirim, onları önemsemediğimden değil. Yazarlıkla siyaseti, aktif eylem insanlığını çok ayrı yerlere koyuyorum. İdealist bir hukukçu olabilirsin, idealist bir doktor olup Sınır Tanımayan Doktorlar’a katılabilirsin. Benim yazarken böyle bir duygum yok, insanlara bir şeyleri göstermek, örgütlemek değil amacım. Bunun yanında yazma işini çok ciddiye alıyorum. Derinlikli yazılar yazmak istiyorum. ‘Sürgün’, bir sosyal sorumluluk bilinciyle çıktıysa veya öyle bir his uyandırıyorsa, bu derinlikli bir metin oluşturma çabalarımım bir sonucudur, amacı değildir.

Z.E: Son olarak bugün Türkiye’de edebiyat dünyasını nasıl görüyorsun?
Edebiyat dünyasında çok fazla üretim var ama ben bunu negatif bir şey olarak görmüyorum. İnsanların hayatına belki edebiyat değil, ama roman sanki daha çok girdi. Kitapların marketlerde satılmasına hiç karşı değilim, çok fazla üretilmesine de karşı değilim çünkü bence zaten kaliteli işler kalacak. Dünyaya daha çok açılan Türk yazar var, daha çok üreten yazar var. Bence olumlu bir gidişat.

(Time Out İstanbul, Mart 2010)