Yenibiris.com
Kurumsal iletişimciden ikinci kitap
Hobisini işine katarak farklı bir şeyler üretmeyi sevenlerden biri de kurumsal iletişimci Çiler İlhan. Görev yaptığı otelde okuma saatleri düzenleyerek yazarları okuyucularıyla buluştururken bir yandan da kitap yazıyor. İkinci kitabı Sürgün’ü çıkaran İlhan’la sohbet ederken yoğun tempoda yazma işini nasıl becerebildiğini de sorduk.
ÖZGE ERCAN
Boğaziçi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler ve Siyasi Bilimler ve İsviçre, Glion Hotel School mezunusunuz ve 1993’te Yaşar Nabi Nayır Dikkate Değer Ödülü almışsınız. Edebiyatla bağınız hangi yıllarda, nasıl oluştu?
10 yaşımdan bu yana kesintisiz yazıyorum. Şiirle başladım, sonra günlükler, hatta ortaokulda tiyatro oyunları, öyküler… Düzenli bir biçimde öykü yazmaya ise üniversite yıllarında başladım. 1993’te de kendimi sınamak, acaba ben bu çok sevdiğim alanda ilerleyebilir miyim, başkaları yazdıklarım hakkında ne düşünüyor, bunu öğrenmek üzere her ay heyecanla alıp okuduğum Varlık dergisinin yarışmasına katıldım ve ödülü alınca içimde bir umut yeşerdi… Sonra yazmaya hep devam ettim ama bilinçli bir biçimde edebiyatla uğraşmam 2002 yılını buldu. O yıl tekrar edebiyat dergilerine öykülerimi göndermeye başladım, ilk kitabım Rüya Tacirleri Odası da 2006’da yayımlandı.
Halkla ilişkiler alanında yöneticisiniz ve çok yoğun bir programınız var. Bu yoğunluk arasında yazmaya, okumaya ne kadar vakit ayırıyorsunuz? Nasıl bir düzeniniz var?
“Boş zamanlarınızda ne yapıyorsunuz?” sorusuna cevabı olan insanlara bazen çok özeniyorum çünkü benim için boş zaman neredeyse yok… Evde olduğum zamanların çoğunda ya okuyor, ya da yazıyor oluyorum. Uykuya çok düşkün değilim, özellikle bir öykü ya da kitap üstünde çalıştığım dönemler gece geç saatlerde ya da erken kalkarak yazıyorum. Hafta sonlarımı ve tatilleri iyi değerlendiriyorum, bununla birlikte çok daha fazla okumak için vaktim olsun çok isterdim.
ÇIRAĞAN OKUMALARI’NDA YOLA DEVAM
Çırağan’da, “Çırağan Okumaları” başlığında okumalar düzenliyorsunuz. Bu fikir nasıl çıktı?
Bu fikir benim yıllardır hayalimdi… Ve Türkiye’de yapılmıyor olması beni çok şaşırtıyordu, en azından ben sadece bireysel bir-iki performansdan haberdar olmuştum. Çırağan’daki ilk yılımda genel müdürümüz, var olan kültür sanat projelerine yeni bir aktivite eklememizi isteyince bunu önerdim ve kabul etti, Mayıs 2009’da da başladık. Gelen yorumlar genel olarak çok iyi, hem okur hem de yazarlardan beklediğimizin çok üstünde ilgi, övgü ve katılım aldık, alıyoruz. Aklımızda başka projeler de var ama vakit ve bütçe buldukça, zamanla…
24 SAAT ÇALIŞIYORUM
Mesleğinizin zorlukları neler?
İletişim, gece gündüz, 24 saat uyanık durmanızı gerektiren bir dal. İşin içine bir de yılın 365 günü 24 saat uyumayan, hele de Çırağan Palace Kempinski gibi devamlı göz önünde olan bir otelin iletişimi ve daha klasik halkla ilişkiler uygulamaları (basın ağırlaması, önemli olaylarda hazır bulunmak gibi) girince… Tatildeyken bile genel ve otel hakkındaki haberleri takip etmek, herhangi bir kriz iletişimi ihtiyacı için devamlı ulaşılır olmaya çalışmak gibi etkenleri, zorluk demeyelim, işin özen gerektiren faktörleri olarak sayabilirim.
Yaptığınız iş, yaratıcılığınızı kamçılayan alanlar yaratıyor mu?
Yazarlık çok yalnız bir meslek… Otelcilik ve halkla ilişkiler ise tam anlamıyla “çarşıda” olmanızı gerektiriyor. Dünyevi ve ruhsal varlığımın iki yönünü birden besleme imkanı buluyorum bu iki işle birlikte. Hem halkla ilişkilerin doğası gereği yaratıcılığımı kullanabileceğim pek çok fırsat çıkıyor, hem de o kadar çok insanla tanışıp konuşuyorum ki, her tecrübede adeta “yaşam biriktirdiğimi” hissediyorum.
Günlük temponuz nasıl? “Bugün de yazamadım,” diye bunaldığınız anlar oluyor mu?
Evet oluyor… Otelde gün erken başlıyor, geç bitiyor ve tempomuz gerçekten çok yüksek. Bazen üst üste çok önemli etkinlikler, zirveler olabiliyor günlerce; ileriye dönük projeler, sunumlar ya da raporlar hazırlıyoruz; otele ait etkinlikler düzenliyoruz; 3-4 günü birlikte geçirdiğimiz yabancı basın gruplarımız oluyor, o zamanlar yorulup yazmaya okumaya vakit ayıramıyorum ve bu günler benim için vicdan azabı.. Her yeni çıkan kitap, kütüphanemde okunmayı bekleyen her satır vicdan azabı.
DERİN İLETİŞİM GERÇEKTİR
Yazarlığın, yaptığınız mesleğe nasıl bir katkısı var?
Proje üretirken ve sunarken sıra dışı düşünüp dikkat çekici işlere imza atabildiğimi görüyorum. Halkla ilişkilerde temsil ettiğiniz şirketi ve kendinizi nasıl, ne kadar iyi ifade ettiğiniz çok önemli. Yazarlık ise kendinizi ifade etmekle ilgili; bu yönümün kuvvetli olduğunu ve kendi aramızda yaptığımız yönetim kurulu toplantılarından benim yönetmem gereken basın toplantılarına bu özelliğimin işime çok faydasının dokunduğunu görüyorum. Bir başka nokta, yazarlığımı beslemek için çok ve farklı yönlerde okumalar yapmam gerektiğinden, her türlü sohbet ortamında karşımdakiyle rahatlıkla iletişim kurabiliyor olmam; derin bir iletişim gerçek bir ilişki demek ki bu bizim meslekte çok değerli…
Son kitabınız Sürgün’de 45 kısa öykü var; hepsi de gazetelerde rastladığımız haberler. Bu fikir nasıl doğdu?
Evet, üçte ikisi gazete haberlerinden doğdu. 2006’da gazete kupürlerini biriktirmeye başladım. Birkaç ay sonra yavaş yavaş bunlardan yola çıkan ama mutlaka edebiyatla yoğrulmuş bir metinler bütünü yaratabileceğimi hissettim ve yazmaya başladım.
SÜRGÜNDEN DÖNEBİLEN ŞANSLI BİR İNSANIM
Peki, sizin için “sürgün” kelimesi ne ifade ediyor? Sürgün edildiğinizi düşündüğünüz dönemler yaşadınız mı?
Evet yaşadım. Ama kitabımdaki “Dönüş” bölümünün de sembolize ettiği gibi ben kendi sürgünümden dönebilen şanslı insanlardanım. Benim için sürgün olmak, aslında olamamak; bu dünyaya ne olmak için geldinse o olmana, nerede bulunmak istiyorsan orada olmana izin verilmemesi, dil, din, yurt, içsellik, her anlamda. Kendi toprağında yeşerememek, kanatların olduğu halde uçamamak, uçmamak…
Mağdur ve suçlunun aslında sadece hikayenin kahramanları ve yakın ailesi tarafından bilinebileceğini düşündüm öykülerinizi okurken. Sizce, suçluyu ararken kimden yola çıkmalıyız ve nelere bakmalıyız?
Bence, çok geniş anlamıyla “suçlu” yok. Bu zincir, masumiyet zinciri nereye kadar takip edilebilir bilmiyorum, Sürgün’de bunu sembolize eden bir öykü var, ismi “Tohum”. Bu takibin sonu yok, kötülük tohumu aile zincirinin hangi parçasında başladı, nasıl başladı, kime geçti, nasıl geçti, nasıl dile, bedene geldi. En suçlu dediğiniz kişi bakıyorsunuz, en zavallı geliyor gözünüze.
Hrant Dink’le ilgili bir öykünüz var. Dink’in ölümü sizce bizdeki en çok neyi öldürdü?
Masumiyetimizi.
(www.yenibiris.com, 1 Nisan 2010)